Anneannem her zaman arkadaşlarımı iyi seçmem konusunda öğütler verirdi. Bu öğüdü tutma konusunda ne kadar başarılı olduğuma biraz sonra siz karar vereceksiniz.
Başta doktor olan kardeşim olmak üzere gazetedeki bütün arkadaşlarım bir depresyon geçirdiğim konusunda ittifak halindeler. Ben de zır cahil değilim elbette. Depresyonun ne demek olduğunu onlar kadar biliyorum, bu konuda sürü sepet kitap okudum.. Benim durumuma ‘depresyon’ değil, ‘ruh garabeti’ denir aslında.. Kızım sağlıklı, beni seven insanlarla birlikteyim, iyi bir işim var, artık böyle kabul edildiğim için herkes hakkındaki düşüncelerimi rahatlıkla yüzlerine söyleyebiliyorum vs..
Depresyonumu tedavi etmek için kendini paralayan iyi arkadaşlarımdan birisi bana dün e-posta ile bir ‘saat’ gönderdi. Bu saati nereden bulabileceğinizi yazmıyorum ki durduk yerde başınıza iş açmayayım.
Sözünü ettiğim ‘saat’ kişiye özel. Doğum tarihinizi, genel ruh durumunuzu giriyorsunuz ve saat aldığı bu bilgilere göre çalışmaya başlıyor.
Saat ‘ölüm saati’.. Bir köşesinde bir mezar taşı var. Alt köşesinde ise grafik olarak düzenlenmiş bir saat çarkı.. Saat çarkının hemen üzerinde bir kurukafa sırıtıyor, soğuk soğuk.. Üzerindeki kocaman rakamlar da geriye doğru sayıyor. Bir köşesinde de ‘tahmini ölüm tarihiniz’ yer alıyor.
Buna göre ben 30 Kasım 2029 günü aranızdan ayrılacağım. (Çiçek paralarıyla Rumelihisarı’ndaki sarhoşlara iyi kalite İtalyan şarabı almanızı vasiyet ediyorum.) Geri sayan saate göre de bu satırların yazıldığı anda geride yaşanacak 957 milyon 879 bin 775 saniyem kalmıştı.
Ne arkadaşlar var görüyorsunuz, değil mi?
Size garip gelecek belki ama saati küçülttüm ve bilgisayar ekranımın bir köşesine yerleştirdim. Boş vakitlerimde ona bakıyorum.. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini artık daha iyi anlıyorum. Öte yandan istediğim her şeyi doya doya yapmaya yetecek kadar vaktimin olduğunu da görüyorum.
Bir vakitler belki hatırlarsınız bir yazı yazmıştım. Ölüm anında insanın bütün yaşamının önemli anları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçermiş. Yazı bununla ilgiliydi. Bir filmden yürüttüğüm ‘hayatınız bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçtiğinde gördükleriniz hatırlanmaya değer şeyler olsun’ sözlerinin üzerine yazmıştım.
Bu ‘ölüm saati’ (çok soğuk bir isim, acaba ‘yaşanacak anlar saati’ mi deseydim) bana o sözleri tekrar hatırlama fırsatı verdi. Saat sayesinde bundan sonraki hayatımın tek ilkesi galiba bu olacak: Yaşadığım her anın hatırlanmaya değer olmasına çalışmak…
Siz bu satırları okurken ben Orta Asya’da Tiyanşan Dağları’nda olacağım. Buz gibi sularda ayağımı yıkayıp, ‘oba’larda üzerimde koyun kılından bir battaniye ile uyuyacağım. Üç yıl önce bir kez daha bunu yaptığımda evrende nasıl olup da bu kadar çok yıldız olduğuna şaşırmıştım. Gece hava kararınca otların üstüne sırtüstü yatıp yıldızları seyredeceğim. Çakıl taşlarının derede yuvarlanışından, rüzgârın bodur otlar üzerinde gezinirken çıkardığı fısıltılardan oluşan bir müzik dinleyeceğim. Yaşadığımın farkına varacağım. Hayal bile kurmayacağım.. Belki de kurarım kim bilir?