RADİKAL

Aşk iyidir bak, duyumunu arttırır insanın

 James Ivory’nin ‘Picasso ile Yaşamak’ filmini seyrederken aklıma Edip Cansever’in yazımın başlığına aldığım dizesi geldi.

Picasso’nun sanatının çeşitli aşamalarını yaşadığı aşkların nasıl etkilediğini, her yeni aşkla birlikte sanatına nasıl bir coşkunun yansıdığını gördüm.

Aşkın insan yaşamını değerli kıldığına, yaşama sevinci ve isteği verdiğine olan inancım biraz daha pekişti.

Oysa bizim geleneğimizde aşk nedense acıyla özdeşleşmiş.

Sabahattin Eyuboğlu bir köylüye “Aşk nedir” diye sormuş. Köylünün cevabı düşündürücü: “Sevdiğine kavuşamazsın aşk olur.”

Tomris Uyar da Tan Oral’dan naklen şöyle yazmıştı bir yerlerde: “Aşkta engel ne kadar büyük olursa, aşk da o kadar büyük olur.”

Bütün bir ömrünü aşklarının ardından ah vah ederek geçiren Fuzuli’yi de hatırladım:

“Cefâ vü cevr ile mu’tâdem anlarsız n’olur hâlim
Cefâsına had ü cevrine pâyân olmasın yâ Rab.
(Cefa ve eziyetlerle o kadar senli benli oldum ki, onlar olmadan halim nice olur. Tanrım -sevgilimin cefasına bir sınır, eziyetlerine bir son olmaz.)

Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı aşklarının neredeyse yüzlerce yıldır bizim Doğulu kimlik taşıyan toplumumuzu etkilemiş olmasını da buna bağlıyorum.

O aşkların yaşanışında çekilen acıların,
sevdiğine kavuşamamanın tadı bizi büyüleyen.

Ama nedense bunu itiraf etmekte o kadar istekli davranmıyoruz.

Geçenlerde dinlediğim ve ‘aşk’a ayrılmış bir radyo programında kentin varoşlarında yaşayan insanlarımızın aşk denilince çok farklı şeyler algıladıklarını da gördüm.

Show Radyo’da Cenk’in programına telefonla katılan ‘Adatepeli Nilüfer’ bunlardan biriydi.

Nilüfer, ‘aşk’ deyince aslında Batılılardan çok daha farklı şeyler algıladığımızı ortaya koyan bir tanım yapmıştı: “Aşk, saygı, güven, dostluktur.”

Adatepeli Nilüfer’in aşk zannettiği duyguların aslında çok daha başka şeyleri ifade ettiğini bilmiyorum söylememe gerek var mı?

Yazımın başında da belirttiğim gibi ben aşkı çok daha farklı algılıyorum.

İnsan beyni, âşıkken seretonin isimli bir mutluluk hormonu salgılıyormuş. Bu hormon aynı zamanda yaşama sevincini büyüten, yaşama isteğini arttıran bir etki de yapıyormuş insan üzerinde.

Ben seretoninin alışkanlık yapıcı bir madde olduğunu düşünüyorum. Tıpkı kafein gibi, nikotin gibi…

Bir kere ‘seretonin’le yaşamaya başlandığında bir süre sonra onsuz yapamaz hale gelineceğini savunuyorum.

Bu yüzden de benim dünyamda aşk acısı denen şey, aşk varken değil, yokken çekilen bir problem haline geliyor.

Bugün Sevgililer Günü. Batı dünyasının dini geleneklerinden kaynaklanan, ama artık günümüzde dinsel içeriğinden çok uzaklaşmış bulunan bu günde aşk acısıyla üzülmenin doğru olmadığını düşünüyorum.

Asıl üzülmemiz gereken şey aşk acısı çekmek değil, aşksız kalmaktır.