Abdullah Öcalan hakkında verilen ölüm cezasının Yargıtay tarafından onaylanmasının ardından yürütülen tartışmaları bir uzaylı gibi izliyorum.
Cezanın vakit geçirmeden diğer suçlulara da örnek olacak şekilde infazından yana olanları kolaylıkla anlayabiliyorum.
Sonuç olarak kısaca ‘şehit anneleri’ diye anabileceğimiz bu kesim bizim anlamakta güçlük çektiğimiz, kolay kolay anlayamayacağımız büyük acılar çektiler. En değerli varlıklarını kaybettiler. Dolayısıyla onların bir tür intikam hissi içinde olmaları, kaybettikleri yakınlarının bu sayede ‘huzur bulabileceklerini’ düşünmeleri çok normal. Kimbilir, belki aynı acıları yaşasaydık bizler de böyle düşünecektik.
Anlamakta güçlük çektiğim kesim, cezanın infazının ertelenmesi ya da hiç yapılmaması tezini savunanlar.
Bu kesime hâkim olan genel kanı, Öcalan’ın ölüm cezasının infazının Türkiye’ye ve Türkiye’nin kısaorta vadeli hedeflerine zarar vereceği.
Daha açık bir deyişle bu kesim, cezanın infaz edilmemesini savunuyor, çünkü bu ceza infaz edilirse Türkiye’nin özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik hedefinden uzaklaşacağını düşünüyor.
Onlara göre Türkiye’nin adaylığı kesinleşene kadar beklenmeli. Hatta bu da yetmiyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sonucu da beklenmeli.
Bu kanaatte olanların görüşlerini okuyunca şöyle bir sonuç çıkarıyorum: AB’ye aday olalım, AİHM bitsin, cezayı ondan sonra infaz edelim. Yani bir tür ‘takiye’ durumu söz konusu olan. Böylece Avrupa’yı kandıracağız, alacağımızı aldıktan sonra Allah kerim…
Yanlışlığın esas olarak burada olduğunu düşünüyorum.
Tartışmamız gereken şey, Abdullah Öcalan’ın cezasının infaz edilip edilmemesi olmamalı. Önemli olan, bütün olarak ölüm cezasının mevzuatımızda yeri olup olmadığı..
Bunun Avrupa Birliği ile ilişkilendirilmesi de yanlış. Evet, AB’nin bir parçası olacaksak öteki AB ülkeleri gibi ölüm cezasını kaldırmamız gerekiyor. Ama meselenin ortaya konuş şekli şu soruyu sormama yol açıyor: AB’ye üye olamayacaksak ya da üye olmaktan vazgeçersek ölüm cezalarını vermeye ve infaz etmeye devam mı etmeliyiz? Türk ceza hukukunun en ağır cezasının varlığını koruması ya da kaldırılması, bizim dışımızdaki etkenlerle mi ilgili olmalı?
Ölüm cezası çağımız koşullarında geçerliliği olan, caydırıcı, yargılama hatalarından dönmeye elverişli, suçluları topluma kazandırmaya yönelik bir ceza mıdır? Ölüm cezalarının olmadığı ülkelerde, bizde ölümle cezalandırılan suçlar arttı mı? Ya da bizde ölüm cezası var diye bu tür ağır suçlar daha mı az işleniyor?
Bence bu konuda karar vermek için meseleyi Abdullah Öcalan davasından ayrı düşünmemiz gerekiyor.
Öte yandan Türkiye’de ölüm cezasının infaz edilebildiği takdirde gerçekten uygulanabilen tek ceza olduğu da bir gerçek. Mahkûmların çiftlikleri haline getirilmiş cezaevleriyle ve popülist politik kaygılarla üç beş yılda bir çıkarılan aflarla toplumun ‘adalet’ duygularını fazlasıyla zedeledik. Dolayısıyla toplumumuzun bir bölümü, ölüm cezası kalkarsa ağır suçları işleyenlere karşı kullanabileceğimiz ‘caydırıcı’ bir silahtan yoksun kalacağımızı düşünüyor ki bunda da haklılar.
Yapmamız gereken şey çok açık: Bütün medeni memleketler gibi ölüm cezasını kaldırmak, cezaevlerini suçluların çiftlikleri olmaktan çıkarmak, günün ihtiyaçlarına yanıt veren modern bir ceza yasası hazırlamak..
Bu Abdullah Öcalan’ın idamından da, idamından vazgeçilmesinden de daha önemli.