“Milano’ya dönmeyi seviyorum, sokağıma, her şeyin bıraktığım gibi kaldığı sokağıma dönmeyi. İnsanları aramıyorum çünkü onlar değişiyorlar. Hayatın kendilerini alıp sürüklemesine izin veriyorlar.
Acımasız tavırlar karşısında, tek ses etmeden, korkunç tavizler veriyorlar kendilerinden. Olayların üzerlerinden akarak kendilerini ezip geçmesine izin veriyorlar. Ve bütün bunlar, ipleri elimden kaçırmama, kendimi çaresiz hissetmeme neden oluyor; beni desteksiz, savunmasız bırakıyor.
“Bu, evlatlık geldiğim ülke Türkiye’de, İstanbul’da sıkça hissettiğim bir duygu. İstanbul’da her şey değişiyor, hiçbir şey asla eskisi gibi değil. Seni geçmişine bağlayan bir cadde, bir sokak, bir duvar bulman imkânsız, nostaljiden bahsetmek imkânsız bu şehirde. Her şey süpürülüyor ve yenisiyle değiştiriliyor.
“Önemli şeyler yaşadım bu şehirde, ama sadece hafızamda kaldılar. Ve herkes bilir; hafıza bazen yanılıp aldatır, bazen de tamamen unutur. Bir görüntüyü, bir kokuyu; yaşananlardan iz bulabilmek imkânsız. Ve ben kendimi hep incinmiş hissediyorum. Sanki hayatımdan bir şeyler çalınarak bana tecavüz edilmiş gibi hissediyorum.
“Bazen ‘Burada yaşayanlar bu devamlı metamorfoza nasıl duyarsız kalabiliyorlar’ diye soruyorum kendime.
“Hiç kimse, üst üste evler arasında kaybolmuş çocukluk sokağını yeniden bulabilme hakkına sahip çıkmıyor. Bütün bu değişimi hiç seslerini çıkarmadan kabulleniyorlar: Ben yapamıyorum.
“Ben hâla çocuğumu arabasıyla dolaştırdığım Feneryolu’nun ağaçlı yollarını arıyorum. Bulamıyorum.
“Meyvelerini toplayıp küçüğüme verdiğim dut ağaçlarını arıyorum. Daha mart ayında güneşlenebildiğim, sonradan, deniz doldurulunca beş yüz metre içeride kalan ve hüzünlü iskelesi artık yola açılan sahildeki eski evimi arıyorum. Benim dışımda kimsenin meyvesini toplamadığı Trabzon hurması ağacım. Yanlarında sarı satranç tahtası desenleriyle o siyah dolmuşlarım… Çubuklu’da, deniz üstünde, iskeleye dizilmiş tahta masalarda, yazın lezzetli balıkları yerken, dalgaların sesi eşliğinde, harika gün batırtılan izlediğim o lokanta. İsim değiştiren oteller, yön değiştiren sokaklar, hemen her gün kapanan, iş değiştirip yeniden açılan dükkânlar, yok olan parklar ve hiç akla gelmeyecek yerlerde kurulan başka parklar…
“O çizgi film seyrederken iyi müzik dinleyip iyi bir şeylerin içilebildiği İstanbul’un ilk sosyete barı: Cartoon Bar, şimdi bir garaj olmuş örneğin. Ne zaman ve neden kapandı kim bilir? Ve şehrin Atatürk olmayan tek heykeli; şehrin içinde bir oraya bir buraya kim bilir kaç kez taşınıp durdu o bronz boğa heykeli: Altıyol’dan Harbiye’ye, oradan gene Altıyol’a… Buna böyle devam edebilirim, bu şehrin örnekleri hiç bitmez.”
Yukarıda okuduğunuz bu ‘parça’yı İstanbul’a yerleşmiş bir İtalyan olan Donatella Piatti’nin yeni yayımlanan kitabından aldım. (Bir Neo-Levanten’in Hatıra Defterinden, Aksoy Yayıncılık.) Keşke, kitapta yer alan Angeio başlıklı bölümün tümünü aktarabilecek yerim olsaydı.. Benim ‘Türklerin İstanbul’dan intikamı’ diye tanımladığım, eskiyi yıkıp yok etme geleneğimizin ve bu geleneğin bize nelere mal olduğunun, ‘hem içimizde hem de dışımızda olmayı başarabilen’ bir yazar tarafından nasıl anlatıldığını da daha iyi gösterebilirdim. Siz en iyisi bu hafta sonu Piatti’nin kitabını alıp, okuyun. Okuyun ve düşünün… Bu şehrin gerçek sahipleri kimler?