YENİ DELHİ – Güneş doğarken Taj Palace’ın yekpare cam cümle kapısından çıkıp bembeyaz mermer döşenmiş ön avluya ayağımı bastığım anda gür bir sesle irkildim:
Good morning, sir! Karşımdaki devi bir dağ geçidinde görseydim ne yapardım bilemiyorum. ‘Dev’ dediysem gerçek bir ‘dev’den söz ettiğimi bilmenizi isterim. Boyu rahat rahat iki metrenin üzerindeydi. Bir taş yontucusunun elinden çıkmış gibi görünen esmer yüzünü çevreleyen simsiyah sakalı, çok uzun olduğunu tahmin ettiğim saçlarını sımsıkı saran türbanı, ona iliştirilmiş tavus tüyünden hotozu ve bembeyaz giysilerinin belini sıkan sim işlemeli bordo kuşağı ile karşımda tekmil veren bir Hint Ordusu başçavuşunu andırıyordu. Keskin bir el hareketiyle verdiği asker selamını aynı şekilde aldım. Tatlı bir serinlik yüzümü yaladı ama günün nasıl sıcak geçeceğinin ip uçları da vardı bu esintide.
Normal şartlar altında yurtdışında olduğumda, bu saatler aslında otelime girme vaktim olurdu ama şimdi tam tersini yapıyordum. Üç saatlik bir uykudan sonra alelacele uyanıp güneş çok yükselmeden Eski Delhi’ye gitmeye karar vermiştim. Burası bir insanın hayatında görebileceği en derin sefaletin yaşandığı, insanların ailecek sokaklarda üzerlerine örttükleri kirden siyaha dönmüş bir bez parçasıyla geceyi geçirdikleri bir mahalle. Oteldeki görevliler gündüz vakti oralara gitmemizin pek doğru olmadığını söylemişlerdi. Bir yandan inanılmaz bir kalabalık, öte yandan gördükleri her yabancıyı çekiştiren dilenciler, iş bulmak için gördükleri her yeni yüzün etrafını bir anda sarıveren işsiz kalabalıklardı bunun sebebi.
1 milyara yakın Hindistan nüfusunun yüzde 40’ı açlık sınırının altında yaşıyor: Tam 210 milyon kişi. Nüfusun yarıya yakını okuryazar değil. Eski Delhi’nin pislik içindeki ara sokaklarında dolaşırken istatistikler kuru rakamlar olmaktan çıkıp, ete kemiğe bürünüyor.
Havada asılı kalmış gibi duran ağır bir koku var. Sanki birileri bir yerlerde kuru ot ve yaprak yakmış gibi insanın genzini yakan ama bin bir çeşit Hint baharatı ile soslanmış ağır bir koku. Benzeri bir kokuyu bir keresinde İstanbul’daki bir gasilhanede de almıştım. Ölü yıkayıcılar, gerekli kimyasallarla tahnit edilmeden uzun bir yoldan getirilmiş bir cesedin ağırlaşan kokusunu bastırmak için pamuk parçaları yakıyorlardı.
Ölümün kokusu o denli baskındı ki etrafta açlıklarına rağmen neşe içinde koşuşturan çocuklar, su yalaklarında birbirlerini yıkayan erkekler, tutuşturdukları bir ispirto ocağının üzerinde çay olduğunu tahmin ettiğim bir şeyi pişirmeye çalışan kadınlar sanki kokudan oluşmuş bir tül perdenin gerisinde gibiydiler. Büyük Hint filozofu Tagore’un Hindistan’a gelirken uçakta okuduğum sözleri geldi aklıma:
“Ölüm kapını çaldığı gün ona ne ikram edeceksin?
“Misafirimin önüne hayatımın dolu kabını koyacağım – Onu hiçbir zaman elleri boş geri çeviremem.
“Sonbahar günlerinin ve yaz akşamlarının bütün tatlı ürünlerini, işle dolu hayatımın bütün kazançlarını ve birikimlerini, günlerim sona ererken ölüm kapımı çaldığı zaman, onun önüne koyacağım.”
Eski Delhi’deki aç insanların ölüm kapılarını çaldığında ona ikram edecekleri hiçbir şeyleri yok. Sadece hayaller var. Ölümden sonraki yaşama ve yeniden dirilişe ilişkin hayaller.. Ve onlar da karın doyurmuyor.
Uzunluğu neredeyse Bağdat Caddesi kadar olan bir bulvarın kenarında tek sıra olmuş açlar ucu görünmeyen bir kuyruk oluşturuyor. Belediye ve hayır kuruluşları açlara ölmemelerine yetecek kadar yemek dağıtabiliyor ancak. Yemek dediysem bizdeki fındık lahmacundan biraz büyükçe bir tür pide. Ama kimse kimseyi ezmiyor, kimse öne geçmeye çalışmıyor, yere çömelmiş vaziyette öyle sessizce bekleşiyorlar. Fotoğraf çekmek isteyenleri belediye görevlisi kibarca uyarıyor: Burada kameradan hoşlanmıyoruz!
Forster’ın ‘Hindistan’a Bir Geçit’inden aklımda kalmış bir cümle var: “Hindistan’da yürüyüş herkesi yorar, toprakta düşmanca bir şey vardır.” Eski Delhi’de geçirdiğim iki saat, 38 dereceye varan sıcaktan, yüzde 30’lara ulaşan nemden daha çok etkiledi beni. Çaresizliğin karşısında çaresiz kalmaktan daha çok ne yorabilir ki insanı?
Bu cumartesi günü içinizi ne kadar daralttığımın farkındayım. Hindistan’ın insanı büyüleyen güzelliğini, sokaklarda yürürken adrenalinizi yükselten kaosunu, alınlarındaki kırmızı bir noktayla sarilerine sarılmış zarif kadınların gizemli alımlılıklarını yarına bırakıyorum.