Üç kadını birleştiren nedir?
AKRA – Bir arkadaşım “Hindistan söz konusuysa tarafsız kalman mümkün değildir” demişti: “Ya seversin, ya nefret edersin. Ortası yoktur.”
Şah Cihan’ın sevgili karısı Mümtaz için yaptırdığı anıt mezar Tac Mahal’in arka avlusundan uçsuz bucaksız bir yeşilliğe bakarken aklımdan bunlar geçti. Çok uzaktan Hindu davullarının sesi geliyordu. Öğlen güneşi altında mümkün olduğunca az hareket etmeye ve yorulmamaya çalışan bir nehir, akar gibi yapıyordu. Hindistan topraktan yükselen nemin yarattığı bir tülün gerisinde gibiydi. Bir an için gözlerimi kapadım. Adını bilmediğim bir kuş çılgınca şarkı söylüyordu. Zamanın durduğunu, tıpkı önümdeki nehir gibi akıp gitmek istemediğini hissettim.
Tac Mahal’in yüzlerce yıldır bembeyaz kalmayı başarabilen mermerleri sararmaya yüz tutmuştu. Motorlu araçların ve yeni yeni gelişen sanayinin çevre koşullarını bozmasıydı bunun sebebi.
Sadece devlet başkanlarının ziyaretinde açılan esas mezarda bir an durdum. Bir daire oluşturan mezar odasının tam merkezinde Mümtaz Mahal’in kabri vardı. “İnce ve ufak tefek bir kadın olmalıydı” diye düşündüm. Acaba sağlığında bu kadar sevildiğini öğrenme fırsatı bulabilmiş miydi? Ovanın bütün sıcağını alıp insanın yüzüne vuran rüzgâr Başbakan Ecevit’in saçlarını dağıtmıştı. İnce yapılı narin bir kadın elinin bir an başına doğru uzanıp, dağılan saçları şefkatle düzeltmeye çalıştığına tanık oldum. Eğer yanımdaki fotoğraf makinesini hızla kullanabilecek çeviklik ve yeteneğe sahip olabilseydim, Rahşan Hanım’ın bu hareketi yaparkenki yüz ifadesini çekmek isterdim. Sayfalarca yazılabilecek bir sevgi yazısına bedel olurdu, buna eminim.
Bir gün önce Rashtrapati Bhavan’da da yine ince yapılı, narin bir kadını hatırlamıştım. Son İngiliz Genel Valisi’nin eşi Lady Mountbatten’ın nazlı hayalinin şu anda devlet başkanlığı sarayı olarak kullanılan binada hâlâ gezinmekte olduğunu düşünmüştüm. O Mountbatten ki Hindistan’ın bağımsızlığı ile sonuçlanan karışık dönemlerde hayatta kalmayı başarabilmiş, ama sonunda bir IRA bombasıyla hayata veda etmek zorunda kalmıştı.
Bu üç kadını Hindistan güneşi altında hayallerimde bir araya getiren şey neydi? Aşklarını bütün bir dünyanın gözü önünde yaşamak ve çoğu zaman içlerinden yükselen duyguları, düşleri bastırmak zorunda kalışları mıydı? Kimbilir? Hindistan denilince nedense gözümün önüne sadece göz alıcı renkteki bir sariye sarınmış esmer, ince kemikli, narin bir kadın geliyor. İki kaşının ortasına boyadığı üçüncü gözüyle dünyanın iki gözümüzün görmeyi başaramadığı güzelliklerini fark etmeye çalışan bir kadın. Etli dudaklarını iyice ortaya çıkaran kırmızı bir dudak boyası var yüzünde. İnce parmakları iri taşlı yüzüklerle dolu. Boynu zarifçe eğilmiş.
İtaatkâr, sadık.
Tagor’u okuyorum yine:
“Bu çiçeği kopar ve al. Gecikme. Aksi takdirde onun sarkıp tozlar içerisine düşmesinden korkuyorum.
“O senin ikliminde yer bulamayabilir,
ama onu elinin eziyetli bir dokunuşuyla
onurlandır ve kopar.”
Hindistan’ı sevdiğimi, sevmeye başladığımı hissediyorum. Arkadaşım haklı. Burada tarafsız kalmak mümkün değil.