RADİKAL

Bizim iller sessiz

İlk roman okuduğum günden beri benim için en büyüleyici şey romanların ilk cümleleri olmuştur. 200 kimi zaman 500 sayfa sürecek cümleler dizisinin ilki..

Edebiyata ilgim artıp kendim de bir şeyler karalamaya başladığımda en zor şeyin bu ilk cümleyi yazmak olduğunu da anlamıştım.
Gazeteciliğe başladığımda Mehmet Ali Kışlalı’dan aldığım ilk öğüt de yazıların girişleri ile ilgiliydi. Girişi ilgi çekmeyen bir yazının okunmayacağını yırtılıp çöpe atılan yazılarım sayesinde o yıllarda öğrenmiştim.
Bir yandan edebiyat merakım, diğer yandan mesleğim sayesinde birçok yazarla tanıştım. Meslektaşlarımdan, yakın arkadaşlarımdan kitap yazanlar ve yazdığı kitapları yayımlatma başarısını ve cesaretini gösterenler oldu.
Bunun pratik sonucu kitaplığımda yazarları tarafından imzalanmış kitapların artmasıydı.
Yazarların kitaplarını imzalarken karalayıverdikleri bir iki cümlenin o yazar ve kişiliği hakkında önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum artık.
Mütevazı insanlar kısaca ‘sevgili kardeşime’ yazıp imzayı atıyorlardı. Hasan Cemal gibi kişiliği durmuş oturmuş olanların imzalarının üstündeki yazılar da öyleydi.
Bazı yazarlar vardı ki onların yazdıkları onca sayfaya rağmen sözleri bitmemiş gibiydi. Sunuş yazılarını alıp gayet rahat ‘bir kısa öykü’ diye pazarlayabilirdiniz.
Kimisi benim gibi yazar olmaya özeniyordu. Yazdıkları notlarda edebiyat parçalıyor ve kitabı okuma şevkinizi işin başında kırıyordu.
Dün toprağa verdiğimiz Gülçin Telci’nin kitabını elime ilk aldığımda da doğrusunu isterseniz en çok merak ettiğim şey benim için imzaladığı kitaba nasıl bir şey yazdığıydı.
Tanıdığım hiçbir insana benzemiyordu Gülçin. O merakla kitabın kapağını çevirdiğimde o berbat el yazısıyla şu notu yazdığını gördüm:
“Sevgili Mehmet. Gece yemeğe bekliyorum. Lütfen gel. Seni özledim. Sevgiler. Gülçin.” (Gülçin’i tanıyanlar tahmin etmiştir, tanımayanlar için noktalama işaretlerinin tarafımdan eklendiğini de belirteyim.)
Tam Gülçin’den beklediğim gibiydi: Özentisiz, komplekssiz, candan, herkesi kucaklamaya hazır…
Onunla 13-14 ay kadar önce bir gece Florence Nightingale Hastanesi’nin kafeteryasında karşılaşmıştık. Biz bir süredir her akşam orada yemek yiyorduk. Rahmetli eniştem Ömer Pere’in hastanede yattığı sırada Gülçin’in rahmetli annesi de kontrol için hastanedeydi.
Kafeteryanın İstanbul’un en ucuz barı olduğunu konuşup şakalaşmıştık: “Bari her akşam gazeteden çıkınca burada buluşalım” diye..
Ömer ile çocukluk arkadaşıydılar. “Bu hastalık Ömer’i nasıl buldu şekerim” diye hayıflanırken kendi içinde de o korkunç tümörleri büyüttüğünün farkında değildi.
Sonunda şaka gerçek oldu. Kimbilir kaç akşam gazete çıkışı orada buluştuk. Ama o artık kafeteryada değil, hastanenin odalarından birindeydi. Yakalandığı hastalığın nasıl bir şey olduğunu bizler kadar iyi biliyordu. Bir gün bile ağzından hastalığı ile ilgili bir şikâyet, bir yakınma duymadım. Ondaki yaşama sevinci bulaşıcı gibiydi. Sanıyorum hiçbirimiz Gülçin’in yenilebileceğini düşünemiyorduk, belki de düşünmek bile istemiyorduk.
Dün onu toprağa verdik. Tam onun isteyebileceği gibi bir cenaze töreniydi: Herkes oradaydı! Her an karşımıza çıkıp içimizden birilerine iğneli birkaç laf sokuşturmasını bekledim, ama olmadı.
Boğaziçi artık Gülçin’siz… Ama onun gülen yüzünün aksini ne zaman camdan baksam orada kıpırdayan suların üzerinde görebileceğimi biliyorum.
Türkiye çok renkli bir ferdini kaybetti. Hepimizin başı sağolsun. Tanrı’yı en sevdiği kullarını yanına almak istediği için eleştirebilir miyiz ki?