Pazartesi gecesi Ankara’daydım. İsmet Berkan ile birlikte Santini Restaurant’da yemek yerken fonda da Mehmet Ali Birand’ın 12 Mart belgeselinin müziği çalıyordu. Birand’ın
programında ilk kez dinlediğimiz ve daha sonra Sertap Erener’in sesinden bir kez daha sevdiğimiz şarkı…
Nedense bu şarkıyı ne zaman duysam içime bir hüzün doluyor. Freudcu bir yaklaşımla bunun çocukluğumda derin izler bırakan bir olaydan kaynaklandığını düşünüyorum.
27 Mayıs darbesi olduğunda Ankara’da oturuyorduk. Ben küçük bir çocuktum ama etrafta nelerin olup bittiğinin de pekâlâ farkındaydım. 0 günlerden aklımda kalan bir sahne var. Sokağımızda oturan bir DP milletvekili vardı. İhtilalin ertesi günü elleri zincirlenmiş olarak üstü açık bir askeri araca bindirilip götürülüşünü balkondan seyretmiştim.
İşte ne zaman “Lal” çalsa gözümde o sahne canlanıyor. Ailesinin çaresiz bakışları arasında elleri bağlı götürülen milletvekilini hatırlıyorum.
İsmet Berkan’a o sahneyi anlattım. Sonra hatıralar birbirini kovaladı. Meğerse bu şehirle ilgili anılarımın büyük bölümünü askeri darbeler, müdahaleler oluşturuyormuş.
Talat Aydemir’in darbe girişimlerini hatırladım. Üst katımızda oturan ve oğlu Harbiye’nin ikinci sınıfında okuyan Behice Teyze’yi andım. 0 darbe gecesi evde yaşanan korku, çocuğunu merak edip haber alamayan bir annenin feryatları, sonra okuldan atılıp eve geri dönen hayalleri yıkılmış delikanlı geçti gözümün önünden, bir film şeridi gibi.
12 Mart’ı daha iyi hatırlıyordum. Ankara’da caddeleri karşıdan karşıya bir asker disiplini ile geçmeyi ilk o zaman öğrenmiştik. Şimdi bakıyorum da yeniler o kurallara hiç uymuyorlar. Acaba onlara da bir askeri müdahale mi gerekli, karşıdan karşıya geçmeyi, dolmuş kuyruklarına girmeyi doğru dürüst öğrenmeleri için.
Siyasal’a kaydımı yaptırdığım günlerde artık 12 Mart rejimi de ömrünü tamamlamak üzereydi.
Ve 12 Eylül. 11 Eylül günü Ankara’da neredeyse yüze yakın bomba patlamıştı. Mülkiyeliler Birliği’nde öğle yemeğini yerken patlama seslerinden bunalmış ve arkadaşlarla birlikte İstanbul’a gitmeye karar vermiştik. O hafta sonunu İstanbul’da geçirip geri dönecektik, ihtilal bizi Bolu Dağı’nda bir Varan otobüsünün içinde yakaladı, Boğaz ve balık hayallerine veda ederek Ankara’ya dönüp askere gittim.
İsmet Berkan’a “Bütün bu öyküleri (bu köşeye sığamayacak kadar çok öykü var) bir yabancıya anlatsam acaba bana nasıl bakar” diye sordum.
“Deli demezlerse en azından palavracı damgası yersin” dedi. Galiba haklı. Bir insan hayatı için bu kadar askeri darbe anısı da çok oluyor yahu!
