Kendin pişir, kendin ye
Yıllar sonra ilk kez geçen gün Ankara’ya kara yoluyla gittim. Otoyoldan ayrılıp Bolu Dağı’nı geçmek üzere yeniden E-5’e girdiğimde ilk dikkatimi çeken şey “Kendin pişir kendin ye” lokantalarının sayısındaki inanılmaz artış oldu.
Yolun iki kenarı boyunca dizili lokantaları önce saymaya çalıştım, sonra bunun boşuna bir çaba olduğuna karar verip vazgeçtim.
Sonra Türkiye’nin dört bir yanında gördüğüm sayıları belki de binleri bulan benzer “kendin pişir, kendin ye” lokantalarını düşündüm.
Türk popüler kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdi.
İnsanın bir lokantaya gidip, kendi yiyeceği yemeği kendisinin pişirmesi ilk bakışta çok büyük bir mantıksızlıkmış gibi görünüyor.
Üstelik bu lokantalarda bulabileceğiniz yemek çeşitleri de son derece sınırlı. Pişirip yiyeceğiniz et çeşitleri ve yanında biraz salata, biraz yoğurt, eğer şanslıysanız ve mevsimindeyseniz belki biraz da patlıcan-biber kızartması…
Ama buna rağmen “kendin pişir”cilerin sayısında inanılmaz bir artış var. Demek ki bunlar diğerlerine göre daha çok tutuluyorlar.
Bunun sebebi lokantalarda pişirilen yemeklerin, evlerde kendi yaptığımız yemeklere göre temiz olmadığına yönelik inancımız mı acaba? Yoksa göçebe atalarımızdan genlerimize iz bırakmış alışkanlıklar mı?
Bir yandan yolculuk yaparken diğer yandan piknik yapma geleneği her halde tarihimizin o dönemlerinden bize miras kalmış olmalı diye düşündüm.
Hafızamı zorladım, bu tür bir lokantayla ilk kez Uludağ’da karşılaştığımı hatırladım. “Kendin pişir” tarzı lokantayı ilk kez kimin icat ettiğini ve yapılan işi böylesine mükemmel tarif eden bu inanılmaz ismi kimin bulduğunu çok merak ediyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, bu ismin ortaya çıkışı “kendi uçağını kendin yap” kampanyalarının yaygınlaştığı döneme rastlıyor.
Bir konsept geliştiren ve onu bu kadar iyi ifade edebilen yaratıcı zekânın sahibi şimdi kimbilir nerede, ne iş yapıyor? Onun buluşuyla, Mc Donald’ın hamburger köftesini dondurup dünyanın her yerinde satmayı akıl etmesi arasında ne fark var?
Bizim mangalcı bu müthiş keşfi Türkiye’de değil de Amerika’da yapmış” olsaydı şimdi sattığı ‘franchise’larla milyonlarca doların içinde yüzüyor olabilirdi.
Galiba bizim en önemli sorunlarımızdan birisi de bu. Yaratıcılar, yaptıkları işin karşılığını almalarını sağlayacak yasal güvenceler ve toplumsal örgütlenmeden yoksunlar.
Başkasının fikrini kullanırken bunun için bir ‘fikir hakkı’ ödeme alışkanlığımızın olmaması bir yandan hepimizi basit birer taklitçi durumuna düşürürken, diğer yandan da yaratıcılığın gelişmesini önlüyor. Yaratıcılık ödüllendirilmediği ve hakkını alamadığı için yerini taklitçiliğe bırakıyor. Yaratıcı insanların Türkiye’de dünyaya gelmeleri ne büyük şanssızlık.