RADİKAL

Cep telefonları ve Goethe

 Cep telefonlarının uçaklarda yol açtıkları tehlikeleri artık bilmeyen kalmadı. Cep telefonlarının gönderdiği sinyallerin ve yarattıkları manyetik alanın bir uçağı düşürebileceği, apronda bekleyen bir uçağı patlatabileceği neredeyse bütün gazetelerde yazıldı, televizyonlarda haber oldu.

Dün Ankara’da bir cep telefonu magandası THY’nin Bodrum’a giden uçağının merdivenlerinden çıkarken telefonla konuşmaya devam ettiği için uçağa alınmadı.

Topu topu 45 dakika sürecek bir uçuştan önce telefonla konuşmasını gerektiren ne gibi önemli bir işi olduğunu bilmemize elbette imkân yok. Ama konuşanın bir Türk olduğunu ve saatlerin bizlerin hayatında hiç de önemli bir şey olmadığını bildiğimize göre, konuşulan konunun ‘boş’ bir konu olduğunu tahmin etmemizde de hiçbir sakınca yok.

Telefonun ve daha sonraki teknolojik gelişmelerle birlikte önce araç telefonlarının sonra da cep telefonlarının ülkemizde bu kadar yaygın kullanılmasının sebebini kültürel özelliklerimizde arıyorum.

Bizler, tarihin bile yazının icadıyla başladığını bilmemize rağmen yazıya bir türlü ısınamadık.

Kültürümüzün ‘sözel’ gelişme çizgisine sadık kalarak, bir ‘acil haberleşme’ aracı olan telefonu mektup yazmanın yerine ikame ettik.

Milliyet Yayınları, Goethe’nin mektuplarından yapılmış bir seçkiyi yayımladı geçenlerde. Mektupları seçen ve çeviren Melahat Togar’ın kitaba yazdığı önsözü okurken en son ne zaman bir mektup yazdığımı hatırlamaya çalıştım. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu, yatılı okulda para istemek için aileme yazdığım mektup olmalıydı ve muhtemelen şu iki – üç cümlecikten ibaretti: Sevgili babacığım, anneciğim. Ben iyiyim. Dersler de iyi. Bugünlerde biraz kontrolsüz gittim, param bitti. Ellerinizden öperim, herkese selam. Mehmet.

İleride gerçekten ünlü biri olursam kimse mektuplarımı derleyip bir kitap yayımlayamayacak. Böyle bir seçki yayımlanabilirse okuyanlarda, benim maddiyata ve paraya çok önem veren birisi olduğum düşüncesini uyandıracak.

Bunun tek bir nedeni var: Hiçbir zaman oturup duygularımı, düşüncelerimi, gördüğüm bir şeyi bir mektupta kimseye anlatmamış olmam. Hatta eski sevgililerime yazdığım mektuplar bile bulunamayacak, çünkü mektuplarda yazılabilecek her şeyi ilk-gençliğimden beri hep telefonda anlattım.

Sözlü edebiyatımızın bir devamı bu aslında. Âşıklar saz kullanıyorlardı, bizlerse telefon. Şimdilerde de onun yerini ‘cep’ler aldı.

Dikkat ediyorum kızım biraz büyüyüp de telefon numaralarını kendi başına çevirmeyi öğrendiğinden beri o da aynı şeyi yapıyor. Yakında eve ikinci bir telefon bağlatmak gerektiğini konuşur olduk onunla.

Melahat Togar, Goethe’nin kaleminden çıkmış ve günümüze ulaşmış mektupların sayısının 14 bini bulduğunu belirtiyor. Büyük yazarın 83 yıllık ömründe ruhunun nasıl değişimler geçirdiğini, edebiyata ve olaylara bakışının nasıl bir evrim gösterdiğini bu mektuplar sayesinde öğreniyor insanlar. Togar, Goethe’yi tanımak için bu mektupları okumanın “kendi ağzından, kendini dinlemek” anlamına geldiğini vurguluyor.

Goethe, mektuplarını yazarken özel bir çaba göstermemiş hiçbir zaman, ‘edebi mektup’ yazmaya uğraşmamış. Daha 16 yaşındayken kız kardeşine yazdığı bir mektupta “karşındaki ile konuşuyormuş gibi yaz, o zaman güzel bir mektup yazarsın” diyerek sırrını açıklıyor.

Yazı, Batı kültürünün temelini oluşturuyor. İnsanlar yaşadıkları olayları yazdıkları mektuplarla, anılarla gelecek kuşaklara kolaylıkla aktarabiliyorlar. Yabancı kentlerdeki büyük kitap evlerinin ‘anılar’ bölümlerinde ünlü ünsüz yüzlerce insanın yazdıklarını bulabilirsiniz. Hatta kendi geçmişimizi bile, bir zamanlar ülkemizde bulunmuş Batılı tüccarların, diplomatların, askerlerin anılarından öğrenebiliyoruz.
Bizim geçmişimizden kalanlar ise bir tutam dedikodu ile bir parça efsaneden ibaret.

Milliyet Yayınları’ndan çıkan Goethe’nin Mektupları’nı okurken bunları düşündüm. Cep telefonum çalmaya başlamasaydı daha söylemek istediğim şeyler vardı aslında. Aloo…