Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Erkekler de sıkılıyor, kadınlar da

 Canı çok sıkılan bir çocuktum. Rahmetli anneannem bana böyle durumlarda “ne iyi, sıkılan can çıkmaz” derdi.

Bu sözler elbette canımın daha çok sıkılmasına yol açardı. Ama o yaşlarda yaşadığım şeyin adına depresyon dendiğini henüz bilmediğim için ‘depresif bir çocuk’ değildim. Elimde bir oltayla deniz kenarında saatler harcar, bir gün bir tekneyle gideceğim ıssız adaları hayal eder, tatlı bir can sıkıntısı ile günlerimi geçirirdim.
İnsanın canın sıkılmasından zevk almasının bir tuhaflık olduğunun elbette artık farkındayım. ‘Issız bir adaya’ gitme hayallerini de bırakalı çok oldu. Ama can sıkıntısı konusunda pek bir mesafe alabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Ne zaman canımın sıkıldığını söylesem insanlar yüzüme garip garip bakıyorlar. O bakışlardaki ‘adama bak, bunca işin arasında insanın canı mı sıkılırmış’ ifadesini görmüyor değilim. Ama benim durumumun Milan Kundera’nın sözünü ettiği ‘aktif can sıkıntısı’ olduğunu da kimseye anlatamıyorum. (Yeri gelmişken bir soru: Bu can sıkıntısı, depresyon gibi konuları yazan yazarların hep Orta Avrupa’dan, özellikle de Prag, Viyana gibi yerlerden çıkması bir tesadüf olabilir mi? Ne dersiniz, her şeyi şaşmaz bir titizlikle planlayan yüce tanrı, Orta Avrupa tipi kentleşmeyi bu yüzden yaratmış olamaz mı? Aslında bu alanda başta Bişkek, Almatı ve Orta Asya bozkırlarındaki Stalinist / realist mimarinin ürünü öteki kentlerin eline kimse bu konuda su dökemez! Ama böyle derin konular ‘kopuz’ eşliğinde anlatılamadığı için bunun felsefesini yapmak mecburen Orta Avrupalılara kalıyor.)
Bu yazının yazılma sebebine şimdi geliyoruz. Dün cumartesiydi ve ben yaz ortasından beri yapamadığım bir şey yapıp Rumelihisarı’ndan Bebek’e kadar yürüdüm. Aşiyan’da her zamanki gibi kalabalık bir topluluk balık tutuyordu. Onları seyrettim. Fazla gözümü dikip bakamadım, çünkü o zaman oltalarına takılan balıkların azalmasının sorumluluğunu benim ‘nazar’ıma bağlayabilirlerdi.
Aşiyan’da balık tutanlar otomobillerini genellikle kaldırıma park ediyorlar. O otomobillerden birinde, beyaz bir Şahin’in ön koltuğunda oturan 30-35 yaşlarında bir kadın camları sıkı sıkıya kapalı otomobilin içinde son sürat dantel örüyordu. Otomobilin biraz önünde balık tutan adamın (sanıyorum kadının kocası, elbette iki sevgili böyle bir manasızlık için Boğaz’a gelmezler) yanındaki beyaz kovada çinekop olduğunu zannettiğim 10 tane kadar balık kıpırdaşıyordu. O sırada çekilen oltaların durumuna bakarak çiftin orada aşağı yukarı 2,5-3 saat geçirmiş olduğunu tahmin ettim.
İşte Kundera’yı hatırlamama bu görüntü neden oldu. Tam onun tarif ettiği gibiydi: Aktif can sıkıntısı (adamın durumu) ve edilgen can sıkıntısı (kadının durumu)…
Evliliğin paylaşma demek olduğunu kim söylemişse nur içinde yatsın. Dünyada paylaşılamayacak olan tek şey olan ‘can sıkıntısı’ bile gördüğünüz gibi evlilik kurumu işin içine girince paylaşılabilir hale geliyor. Aslında can sıkıntısı denen şey paylaşıldığında ortadan kalkacağı için, acaba buna ‘paylaşmak’ yerine ‘üretmek’ mi deseydim? Evet sanıyorum bu daha doğru: Evlilik can sıkıntısını bile kendi özel çerçevesi içinde yeniden üretiyor. Erkeklere toplumumuzun maço karakterine uygun olarak ‘aktif’ can sıkıntısı düşerken, kadınlara elbette ki ‘edilgen’ can sıkıntısı kalıyor.