RADİKAL

Evlilik ve özgürlük üzerine

E -postalardan taşan umumi arzu üzerine dün kaldığımız yerden devam ediyoruz: Hem evlenmek hem de özgür olmak istemek birbiriyle çelişen bir durum mudur?

Önce çıkan kısmın özeti: Bir radyo programına katılan bekâr Türk erkekleri ve kızları evlenirken eşleriyle bir anlaşma yapmak ve bu anlaşmaya ‘özgürlük’ maddesi koymak istiyorlardı. ‘Bu satırların yazarı’ da “madem özgür olmak istiyorsunuz, neden evleniyorsunuz?” diye soruyordu.
Bazı okuyucular hafızamın zayıf olduğundan söz ederek eskiden çok moda olan bir kavramı hatırlattılar: Açık evlilik.. Evet, hafızam pek kuvvetli değil ama ‘açık evlilik’ten söz etmemiş olmamın nedeni o programdaki ‘özgürlük’ isteğinin bende bu tür bir ‘cinsel çağrışım’ yaratmadığıdır. Açık evlilik, tanımı gereği çiftlerin kendilerine başka cinsel arkadaşlar da bulmalarını içeriyor ki bence bekâr Türklerin (kız ya da erkek olsun) bu tür bir talebi yok. En azından ‘henüz’ yok. Konuşmacıların genel havasından ‘özgürlüğü’ daha çok ‘sahiplenilmek’, ‘kendine ait bir yaşam alanına sahip olmak’ şeklinde algıladığımı belirtmeliyim.
Evlilik yine tanımı gereği çiftlerin o noktadan sonraki yaşamlarını ‘birleştirmeleri’ anlamına geliyor. Ve bu ‘birleştirme’ doğal olarak evlilik içinde bireylere ‘tek tek yaşam hakkı ve alanı’ da tanımıyor.
Aşkla başlayan evliliklerde çiftler zaten birbirlerine yapışmayı, tek bir canlı gibi hareket etmeyi seçmiş bulunuyorlar. Bu seçimi zorunlu kılan şey aşkın bizzat kendisi. Çünkü âşık olan çiftler birbirleri içinde erimeye, yeni bir kişilik gibi davranmaya başlıyorlar. Evlilik bunu sadece resmileştiriyor. Burada aşkın nasıl olup da bittiği tartışmasına girmeyeceğim. Ama bilinen bir gerçek ki aşk şu ya da bu nedenle bir şekilde sona eriyor. Ve bu andan itibaren ‘yapışık hayat’ çiftleri bunaltmaya başlıyor. Bu durumda da çiftler kendilerine bir yaşam alanı açma mücadelesine girişiyorlar ki esas kırıcı ve yıkıcı olan süreç de böyle gelişiyor.
Görücü usulüyle yapılan evliliklerin dışarıdan bakıldığında daha sağlam gibi görünmesinin bir nedeni de bu. Bu tür çiftler için evliliğin ilk yılları zaten birbirini tanımak, birbirine alışmakla geçiyor. Bu sürecin zaman içinde aşka dönüşmesi de mümkün elbette. Bu da haliyle çiftlere bir zaman kazandırıyor, o kazanılan zaman içinde bizimki gibi toplumlarda özellikle erkeğin kendisine ait bir yaşam alanı da yaratması mümkün olabiliyor. Bu da haliyle iç çatışmaları azaltıcı bir etken.
Sorun esasen çiftlerin birbirleriyle arkadaş olmayı başaramamış olmalarından kaynaklanıyor. Biten aşkın ya da özenin yerine yeni bir ilişki biçiminin ikâme edilmesindeki güçlükten doğuyor. Bu yönüyle bakınca kabahati sadece kuruma yıkmak da elbette doğru değil. Ama evlilik kurumu insanlarca en başından itibaren ‘hayatları birleştirmek’ olarak tanımlandığı için suçlanmaktan da yakasını hiçbir zaman kurtaramıyor.
Benim ‘özgürlük’ peşindeki gençlere bu kadar hayat tecrübesinden sonra önerebileceğim tek şey şu: Eğer özgürlük sizin için bu kadar önemliyse evlenmeyin ve birlikte yaşayın. Hatta mümkünse ayrı ayrı evlerde, allahın her günü görüşmek, buluşmak, konuşmak zorunda olmadan birlikte olun. Bu çiftlerin birbirlerine olan aşkını da, birbirlerine gösterdikleri özeni de koruyabilecekleri bir fiziki ortam demek. Ayrıca avukat parası ve boşanma tazminatları da insanın cebine kalıyor!