Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Gazetecinin ölümü

Ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum, gazeteci Nihat Subaşı’nın toprağa verildiği gündü. Benim için çok özel bir insandı Nihat Hoca..

Mehmet Ali Kışlalı ile birlikte gazetecilik mesleğini bana öğreten insandı: Gazetecilik ahlakını, gazetecinin bağımsızlığını, her şeyden ve özellikle de ilk bakışta doğru görünen her şeyden kuşku duymam gerektiğini bana öğreten insandı. Sadece bunları değil elbette. Bir gazeteci gibi içki içmeyi, ne kadar içersen iç sarhoş olmamayı, sarhoş olacağını hissettiğin anda içki içmeyi bırakmak gerektiğini de bana öğreten insandı. Aynı zamanda nikâh şahidimdi.
Onun toprağa verildiği gün kendi kendime söz vermiştim: Sevdiğim insanlar hakkında yazı yazmak için ölmelerini beklemeyeceğim…
Bir iki kez bu sözü tuttum. Ama gündemin peşinden koşarken insan her zaman verdiği sözleri hatırlamakta zorluk çekiyor.
Beklenmeyen bir anda Ahmet Taner Kışlalı’yı kaybettik. Çok sevdiğim bir insanın, meslektaş olmaktan, tanımaktan gurur duyduğum bir insanın arkasından daha yazı yazmak zorunda kaldım.
Aynı sözü kendi kendime bir daha verdim.. Bir daha asla..
Ama kaderin önüne geçilmiyor. Dün yine çok sevdiğim bir gazeteci ağabeyimin, Oktay Kurtböke’nin cenazesindeydim. Yarın yine çok sevdiğim bir başka gazeteci arkadaşımın, Cem Serdengeçti’nin cenazesi kaldırılacak, ama Başbakan’ın gezisini izlemek üzere Moskova’da olacağım için onun cenazesinde bile bulunamayacağım.
Dün musalla taşında duran tabuta bakarken kulaklarımda Oktay Ağabey’in sesi yankılanıyordu.
Shakespeare’in ‘Antonius’un Tiradı’ndan bir cümle: Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!
Oktay Ağabey’in hep övündüğü ‘güreşçi boynunu’ hiçbir zaman kapatamayan üst düğmesi açık gömleği, düğümü gevşetilip, aşağıya düşürülmüş kravatıyla gözlüğünün üstünden bakarak söylediği, sık tekrarladığı bir sözdü bu.
Geçmişle kibirlenmek yerine, geleceğe bakmayı, daha iyi bir gelecek için çalışmayı öğütleyen Oktay Ağabey’in yaşam düsturu..
Dün Doğan Hızlan da yazdı, bir sözü daha vardı sık tekrarladığı… “Silahsız bir şövalye gibi size teslim oldum.”
Dün bu teslim oluşun acısını hissettim. Birlikte çalıştığı insanlara kayıtsız şartsız güvenen bir insanın yaşamı boyunca yediği dost kazıklarını hatırladım. Arkasından doğru dürüst gözyaşı dökmeyi bile beceremeyen bizlere bakıp aynı sözleri tekrarladığını düşündüm, sağlığında daha çok birlikte olmayı başaramadığıma hayıflandım.
Cem Serdengeçti ise benim kuşağımın gazetecisiydi. Birlikte Gelişim Yayınları’nda, Tempo’da çalışmıştık. Tempo’yu Türk yayın hayatına kazandıran küçük ekibimizin en heyecanlı, kendi deyişiyle ‘motive’ üyesiydi.
Renkli bir insandı. Biz gazetecilerde çok rastlanmayan bir derinliği olduğunu düşünmüşümdür hep. Belki de bu derinlik yüzünden hiçbir zaman basın dünyasının parlayan bir yıldızı olmadı ama hep gölgede kalma pahasına elindeki kandili taşımaktan da hiç vazgeçmedi.
Gazetecinin ölümü böyle oluyor işte. Ajans bültenlerinde ve çalıştığı gazetelerde kısa bir haber… Nasılsa köşe sahibi olmuş birkaç eski dostun üç beş satırı..
İnsan kendi cenazesine gitmiş gibi oluyor. Bir gün kendisinin de orada, bir tahta tabut içinde musalla taşında yatacağı, birbirini yıllardır görmemiş meslektaşların cami avlusundaki mırıltıları, eski kavgaları, zafer sarhoşluklarını, mağlubiyetleri…
Sonrası derin bir boşluk duygusu. ‘Sıra ne zaman bana gelecek’ sorusunun çelik soğukluğundaki keskinliği..