Genel Yayın Müdürü'nü ne yapalım?
Son günlerde basında yaşanan hareketlilik gazetelerin kişisel çıkarlara alet edilmesinin nasıl önleneceği konusunun gazetecilerin gündemine girmesine yol açtı.
Basını denetlemeye yönelik her hareket sansür olarak niteleneceğine göre sorun basının sahip olduğu gücün nasıl denetim altına alınacağı olarak ortaya çıkıyor.
Gazetelerin sahipleri ya da gazetelerin çalışanları, yöneticileri nasıl denetlensin ki, basının gücü halkın yanıltılması ve özel çıkarlar yönünde kullanılamasın? Konu budur.
İsmet Berkan önceki hafta gazetecilerin gazete sahiplerine karşı bağımsızlıklarını sağlamanın tek başına söz konusu hakkın kötüye kullanılmasını engellemeye yetmeyeceğini yazdı ve bir de soru sordu:
“Diyelim ki gazetecilerin patronlarına karşı yüzde yüz bağımsızlığı sağlandı, yani patron gazetesini özel çıkarlarına alet edemiyor. Peki o zaman bir kral makamına yükselecek olan genel yayın müdürünü kim denetleyecek?”
Sorunun muhataplarından birisi de benim. Evet beni kim denetleyecek, bu denetim basın özgürlüğünü zedelemeden nasıl gerçekleşecek?
Genel yayın müdürünü bir ‘kral’ olarak tanımlıyorsanız bu soruya verebileceğiniz bir cevap elbette olamaz. Adı üstünde kral istediği her şeyi yapabilir, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Acaba böyle mi? Gazetelerin genel yayın müdürleri gerçekten ‘kral’ konumundalar mı?
Dünyanın her yerinde gazetelerin yayın müdürleri bir diktatör gibi görülürler. Son karar her zaman onlarındır. Ancak unutmamak gerekir ki bir gazete çıkarmak her gün en azından 100-150 arasında karar almayı gerektirir. Hangi haber gazeteye girecek, hangisi büyütülecek, hangi haber çöpe atılacak, hangi haberin hangi yönü öne çıkarılacak… Genel yayın müdürü her gün bu kararları gazetesinde birlikte çalıştığı çeşitli konumlardaki diğer gazetecilerle almak zorundadır. Dışarıdan ‘mutlak’ gibi görünen iktidarını bu yüzden meslektaşlarıyla paylaşır.
Basın özgürlüğü ile ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da bir birey olarak gazeteciyi denetleyecek esas şeyin ‘kendi vicdanı ve meslektaşlarına karşı sorumluluğu’ olduğunu düşünüyorum.
Nitekim gazetecilerin meslektaşlarını özellikle bu konuda denetledikleri ve en acımasız eleştirileri böyle meslektaşlarına karşı yönelttikleri de bir gerçek. Türk basın tarihi bunun örnekleriyle dolu. Yakın geçmişteki Mehmet Barlas-Emin Çölaşan polemiğini sanıyorum herkes hatırlıyordur.
Öte yandan bir gazeteyi denetleyen gerçek güç aslında okuyucusudur. Okuyucu, gazetenin kötüye kullanıldığını hissettiği andan itibaren gazetesiyle ilişkisini keser. Dünyada ve Türkiye’de bunun da binlerce örneğini bulmak mümkün. Gazetenin okuyucu kaybı serbest piyasa koşulları altında faaliyet gösteren gazete yayımcısını etkiler. Kendisini ‘kral’ da zannetse bir genel yayın müdürünün böyle bir direnişe karşı koyması mümkün değildir.
Belki klasik bir söz olacak ama ‘basın özgürlüğünden doğacak sakıncaları gidermenin en iyi yolu yine basın özgürlüğüdür’.