RADİKAL

Havuzlu, lüks siteler

 Bir arkadaşımın anlattığına göre İstanbullu yeni zenginler artık ‘site’ hayatını yaşamak istiyorlarmış.
Etrafı duvarlar ve dikenli tellerle çevrili, korumaları, bekçileri olan, binalar topluluğunda bir daire almak ‘in’, Boğaz’da manzaralı bir daire ya da bir yalı dairesi satın almak ya da kiralamak ‘out’ olmuş.

İstanbul’un yeni zenginleri böyle “havuzlu, lüks site”lerden daire almak için milyonlarca doları gözden çıkarırlarken Boğaz’daki mülklerin ve özellikle yalıların değeri dolar bazında artık hiç artmıyormuş.

Çünkü bu sonradan görme takımı “Boğaz manzarası görmesek de olur, yeter ki havuzlu, lüks site olsun” diyorlarmış.

Arkadaşım, böyle lüks siteler inşa eden ve bitmiş bir daireyi milyon dolardan aşağıya satmayan bir müteahhitin banka sahibi bile olduğunu anlattı.

Bunu hiç yadırgamadım.

Taşradayken ‘subay lojmanlarına’ imrenen birisinin, eline para geçince kendisine bir tür subay lojmanı olan sitelerde milyon dolarlık ev almasını normal karşılamak gerek.

Yadırgadığım şey ise bu modaya İstanbul’un eski zenginlerinin de kendilerini kaptırmış olmaları. Bir çoğu başka semtlerdeki evini satıp, böyle sitelerden bir daire kapmaya çalışıyormuş. Talep o kadar güçlüymüş ki bu yalnızca bir değişiklik arzusu ile açıklanamıyormuş.

İnsanların yaşamayı seçtikleri çevrenin ve konutların o insanların ruh durumlarını yansıttığını düşünüyorum.

Eski doğu bloku ülkelerine gittikçe, bizim eskiden sosyalizm zannettiğimiz şeyin, İnsanları nasıl bir örnekIeştirmeye çalışan ve otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğmeye zorlayan bir tür diktatörlük olduğunu daha iyi anlıyorum.

Rejim için en iyi ipucunu insanların yaşamaya zorlandıkları tek düze bakımsız bloklar veriyor.

Bunun öteki ucunda Amerika’nın bireyi toplumun önüne koyan tavrı var. Amerika’daki yerleşim yerlerinde konutların ezici bir çoğunluğunun müstakil evler olması bir tesadüf değil bence.

Aile kavramını kutsallaştırırken kadını toplumsal hayatın tamamiyle dışında tutmaya çalışan Osmanlı’nın mimarisine hakim olan düşüncenin, yanyana ama dışa kapalı evler şeklinde somutlaşması da aynı şekilde bir tesadüf olmamalı. Eski İstanbul evlerine bir bakın: Hepsinin bahçesi arkada, evlerin ön yüzleri kafeslerle sıkı korunmaya alınmış.

Az gelişmiş ülkelerdeki büyük metropollerin kenar mahallelerinin birbirine benzemesi de Tanrı’nın bir şakası değil elbette. Kat çıkmak için açıkta bırakılmış demir filizler, sıvanmamış kırmızı tuğlalı duvarlar, köy hayatını kente taşıyan ortak çamaşır günleri vs..

İstanbul’un eski ve yeni zenginlerini buluşturan ‘havuzlu lüks siteler’in de tarihimizin bu döneminde ortaya çıkmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Einstein’ın söylediği gibi ‘Tanrı evrenle barbut oynamıyor’. Hiçbir şey tesadüf değil ve nedensiz hiçbir şey olmuyor.

Türkiye, tarihinin bu döneminde insanların birbirlerinden derin çizgilerle ayrıldığı iki kutba doğru sürükleniyor.

Laiklerin ‘havuzlu, lüks siteleri’nin yanında bitiveren ‘İslami siteler’ bu ayrışmanın en çarpıcı iki örneğini sergiliyor.

Her iki taraf da kendisini, diğeri karşısında güvensiz hissettiği için bir tür dayanışma duygusu ile etrafı duvarlarla çevrili, kapısı bekçiIi sitelere kapatıyor.

İnsanlar kendileriyle aynı hayat anlayışını paylaşan öteki insanlarla birlikte olmak İstiyor.

Bunun artan gelir adaletsizliğinin yol açacağı tehlikelere karşı korunmak gibi bir yönü de var elbette. Ayrıca bir türlü düzene sokulamayan belediye hizmetlerinin bir bölümünün site yaşamı içinde çözümlenebiliyor olması da işin bir başka kârlı yönünü oluşturuyor.

Havuzlu, lüks site müteahhitleri bu yüzden giderek zenginleşirken, olan bir zamanların toplumsal renk cümbüşü ülkesine oluyor: Birbirine benzer evlerde yaşayan, birbirine benzer şeyler yiyip içen, giyinen, tek düze insanların renksiz Türkiyesi!