Hayatlar 'pembe dizi' olmayınca..
Rio de Janeiro’da kaldığım otelde odamın balkonu bir taraftan uçsuz bucaksız Copacabana Plajı’na ve Guanabara Körfezi’nin hırçın dalgalarla kabaran sularına, diğer taraftan da etrafı yüksek demirlerle çevrilmiş, kapılarında silahlı kapıcıların bulunduğu apartmanlara bakıyordu.
Plajın ve körfezin büyüleyici güzelliğine alışmam bir gün sürdü. Nefes almadan yağan yağmur yüzünden odamda kalmak zorunda kaldığım saatlerde bir röntgenci gibi civar apartmanlardaki hayatı izledim.
Apartmanların sakinleri evlerini işe gitmek için terk ettiğinde ‘favelalarda’ yaşayan kadınlar onların yerlerini alıyorlardı. Mavi iş elbiselerinin üzerine taktıkları beyaz önlüklerle kimisi çocuk bakıyor, kimisi temizlik yapıyor, balkondan balkona birbirlerine laf atıyor, bir yandan da hiç kapanmak bilmeyen televizyonlarda yayımlanan ‘Brezilya dizilerinde’ kendileri gibi insanların hayatlarını seyrediyorlardı.
Görüntü aslında bana hiç de yabancı değildi. Köle Isaura’dan beri seyrettiğimiz tüm dizilerde gördüğümüz bir hayatın tekrarıydı sanki. Bambaşka bir alemde yaşayan zengin insanlar, onların mavi iş elbiseli hizmetçileri, kavgalar, apartmanların havuzbaşındaki ağaçların arkasında kaçamak öpüşen çiftler… Bütün Rio sanki bir ‘pembe dizi’ platosuydu.
Pembe dizilerin ya da bizdeki adıyla ‘Brezilya dizilerinin’ nasıl olup da dünyanın her yerindeki insanları etkileyebildiğini o zaman da çok düşünmüştüm.
Sorunun yanıtını dünkü Posta gazetesinde yayımlanan bir haberde buldum.
İngiliz Film Enstitüsü öğretim görevlilerinden Christine Geraghty, Türkiye’de Afa Yayınları tarafından yayımlanan ‘Kadınlar ve Pembe Dizi’ adlı kitabında bunun nedenlerini açıklamıştı.
Pembe dizilerin dünyanın her yerindeki kadınların ilgisini çekmesinin temel nedeni Geraghty’ye göre, ‘mantığın egemen olduğu erkekler dünyasında, kadınlara, duygularla yönetilen ve güçlü olan kadınların da bulunduğu ütopik bir dünya sunması’ydı.
Kadın izleyiciler, bolluk içindeki lüks yaşamın neye benzediğini görüyorlar, abartılı makyajlı ve pahalı giysili oyuncularla kendilerini özdeşleştiriyorlardı.
Ev kadınlarının günlük yaşamlarının başlıca belirleyicisi ‘bekleyiş’ti. Bebeğin uyumasını, yemeğin pişmesini, çocukların okuldan gelmesini, erkeklerin işten dönmelerini bekleyen kadınlar, bu bekleyiş sırasında pembe diziler sayesinde bambaşka dünyalara gidebiliyorlar, evlerinde oturdukları yerde maceralar yaşıyorlar, aşık olup, aşklarına karşılık buluyorlardı.
Dizilerin yavaş temposu, basit kurgusu ve öykünün çok sık tekrarlarla anlatılıyor olması, ev kadınlarına aynı zamanda başka şeylerle de uğraşabilme olanağı sağlıyordu.
Geraghty’nin açıklamaları teknik olarak doğru olmakla birlikte sanıyorum biraz eksik kalıyor.
Kim bilir belki de izleyiciler, dizilerdeki entrikalar, ihanetler ve gözyaşlarıyla örülen öykülere bakıp bakıp kendi hayatlarına da şükrediyorlardı. Sue Ellen’in güzelliğine, zengin yaşamına özeniyorlar ama JR gibi bir kocaları olmadığı için de tanrıya dua ediyorlardı.
Hayatları ‘pembe dizi’ olmayan insanlara küçük pembe bir kaçamak sunuyordu bu diziler.
Rio’daki hizmetçiyle Teksas’taki ‘part time’ garsonu, Rusya’daki emekli ile Türkiye’deki ev kadınını birleştiren güç bu olmalıydı.