RADİKAL

İlk yönetmenlik dene(me)mem

Önceki gece gelecekteki mesleğime ilk adımımı attım ve bir film setine gittim.
Elbette beni hiçbir işe karıştırmadılar ve kibarlık edip bir sandalye uzatarak sabahın ilk saatlerine kadar sesimi çıkarmadan bir köşede oturmama izin verdiler. Çekilmekte olan film yakında televizyonda izleyeceğiniz Milpa reklam filmiydi. Yönetmen de arkadaşım Abdullah Oğuz’du.

Gazetelerimiz için çektiği filmler hakkında ileri geri konuşmama alınmış olmalı ki ‘Bir film nasıl çekilir?’ konulu uygulamalı bir ders vermek ihtiyacını hissetmişti.
Bunun beni sevindirdiğini söylemeliyim. Çünkü seyrettiğim her film hakkında ileri – geri konuşma eğilimim var ve birileri bunu yemeyip içmeden George Lucas ve Steven Spielberg’e de ulaştırırlar diye ümit ediyorum.
İlk fırsatta bir de Sinan Çetin’in setine gideceğim ki ileride ünlü bir yönetmen olduğumda arkamdan ‘onu ben yetiştirmiştim, yoksa hiçbir halt bilmezdi’ diye övünecek insanların sayısı artsın ve böylece kimse onlara inanmasın..
Edindiğim ilk izlenim film prodüksiyonlarının neden pahalı olduğuydu. Sette boş boş oturan o kadar çok insan vardı ki doğal olarak onların yevmiyelerinin de çalışanlarınkine eklenmesi gerekiyor, bu da prodüksiyon masraflarını şişiriyor diye düşündüm.
Bu görüşümü elbette Apo’ya da söyledim. (Aramızda onu böyle çağırıyoruz.) Ya duymadı ya da yanıt verme ihtiyacını hissetmedi. Ama saatler ilerledikçe kalabalığın pek de boş durmadığını da gördüm. Dönerli sandviçlerden yemem, kahveden içmem için ısrar eden set görevlisinin ise ‘esas çocuk’ olduğuna karar verdim. Çünkü herkes onun peşinden koşturuyordu. Hatta diyebilirim ki sette yönetmenden çok onun borusu ötüyordu!
Çekimi saatler süren ‘merdivenden inme sahnesi’ni izlerken bu işin benim tez canlı tabiatımla uyuşup uyuşmayacağına ilişkin ciddi kuşkular duydum. Filmin neredeyse her karesi ayrı ayrı çekildi. Sahne değişti, ışık değişti.. Her değişik hareket yüzlerce kez tekrarlandı vs..
İnsan dakikaların önemli olduğu bir meslekteyken, merdivenden inen güzel bir kadının elini birazcık daha az yukarıya kaldırmasının ya da indirmesinin neden bu kadar önemli olduğunu anlamakta güçlük çekiyor tabii. Bu yönüyle bakarsanız söyleyebileceğim tek şey var: Yönetmenlik dünyanın en can sıkıcı mesleklerinden birisi…
Konunun bu yönü üzerinde kafa yorarken Türk filmlerinin neden Amerikan filmlerine göre daha düşük tempolu olduğunu da çözdüm galiba. Çünkü tempoyu sağlayan esas şey sahnelerin sık değişmesi ve anlatılan konunun sinemaya özel bir dille izleyiciye aksettirilmesi. Anladım ki Türk yönetmenlerin çoğunluğu da benim gibi sıkıntılı insanlar. Zırt pırt sahne değiştirmek ve her sahneyi bilmemkaç yüz kez çekmek yerine, makineye filmi takıp ‘motor’ diyorlar. Böylece oyuncu rol gereği asansörle 7. kata çıkacaksa, biz de onunla birlikte 7. kata kadar çıkıyoruz.. Ya da oyuncu yatak odasından mutfağa gidip, iki yumurta kırıp yemek yiyecekse bunu değişen sahnelerle anlatmak yerine başından sonuna kadar bize izletiyorlar.
Apo’nun filmlerinin neden hareketli ve tempolu olduğunu da böylece anlamış oldum. Şu sonuca vardım: Filmi seyredenlerin sıkılmasını istemeyen yönetmenin canı çekim sırasında fena halde sıkılmalı..
Bu arada magazin kültürümün düzeyi konusunda da herkese rezil oldum. Filmde oynayan oyuncuların adını sorduğumda yüzüme ‘Bu adam ayda mı yaşıyor’ gibi baktılar. Sonra Çarkıfelek’teki Deniz’i tanıdığımı fark ettim. Bence ‘Memedali Beeey’ ayağının altına portakal sandığı koyuyor ya da başka bir çekim hilesi var ki bu kızlardan uzun boylu duruyor.. Öteki güzel oyuncunun adının ‘Güzide’ olduğunu söylediler. Ben de gayriihtiyari ‘Kasacı mı’ diye sormuşum. Neden kızdılar, hâlâ anlayamadım..