RADİKAL

İspanya’yı tarif etmek

BARCELONA- Benim İlkokula başladığım yıllarda 25 kuruş iyi paraydı. Nedense sarı renklisini sevmez, yeni çıkan beyazları isterdim babamdan. 25 kuruşla simit, gazoz, pandispanya alınabilirdi. Zaten okulun kantininde başka şey bulmanın da olanağı yoktu. Tercihim pandispanya olurdu. Mine G. Saulnier’nin ‘Pandispanya’ isimli kitabını okuyana kadar da çocukluğumun en güzel tadı ‘pandispanya’nın İspanya ile ilgili olabileceğini hiç düşünmemiştim. Meğerse bu kelime İspanyol ekmeği anlamına geliyormuş.

0 yıllarda İspanya denilince bizim aklımıza geleni şeyler Don Kişot, Real Madrid ve onun efsanevi başkanı Kont Barnebau’ydu.

Büyüyüp de dünyada neler olup bittiğine merak saldığımda İspanya benim için en büyülü ülkelerden biri olmuştu. İç savaş, Franko, faşistlere karşı kahramanca mücadele eden enternasyonal müfrezeler.
Kralcıların takımı Real Madrid’in yerini de iki takım almıştı; cumhuriyetçilerin Atletico’su ve Katalanların Barcelona’sı. (Futbolu sevmeyenler, bir Türkün neden İspanya’da takım tuttuğunu kolay kolay anlayamazlar. Ama biz futbolseverlerin kendi ülkeleri dışında da tuttukları, takip ettikleri bir takımları mutlaka vardır. Onu da sonra anlatırım.)

Barcelona tipik Akdeniz kentlerinden biri. Biraz Antalya, biraz Mersin, biraz İskenderun, biraz Savona, biraz Marsilya, biraz Cenova. Ama herhalde bütün bu benzerliklerine karşın bambaşka bir bütün oluşturmasını mimar Gaudi’ye borçlu olmalı.

Gaudi’nin yuvarlak hatlı, her biri bir masal şatosunu andıran, bütünüyle bakıldığında bir öykü anlatan ilginç yapıtları Barcelona’ya damgasını vurmuş. Bugün bile 5 yıl önceki olimpiyatlar nedeniyle kenti dolduruveren modern heykellerin bu şehir dokusu içinde hiç sırıtmıyor olması, sanıyorum bundan kaynaklanıyor.

Yıllar İspanya’ya gelen bir arkadaşıma izlenimlerini sormuştum. “Hareket” demişti arkadaşım, “İspanya’yı tarif edebilecek en iyi kelime hareket.” O arkadaşım daha sonra bir reklam ajansı kurdu ve çok etkilendiği bu ülkeyi yeniden hatırladı.

‘Movida’ (İspanyolcada hareket demek) bir Katalan kenti olan Barcelona’yı da tanımlamak için en uygun söz. Sabahtan öğlene kadar geçen uyanma süresini ayıracak olursanız şehir sanki canlı bir organizma gibi kıpır kıpır. Gecenin sabaha en yakın saatlerinde bile yağan yağmura rağmen, sokaklardaki kalabalık insana bir maç dağılışını hatırlatıyor.

Gecenin birinde bile hâlâ dolu lokantalar, iğne atsan yere düşmez barlar, adım başı trafik ışıkları nedeniyle hiç yürümez hale getirilmiş trafik, Katalanların evde oturmayı hiç sevmediklerinin göstergesi sanki.

Burada sabah, ‘Churos’un adı verilen sütlü ve şekerli bir çörekle başlıyor. Churosun piyasaya çıkma saati ise sabahın 6’sını buluyor. Elbette kimse de kahvaltı yapmadan yatmak İstemiyor. Hele günlerden cuma ve cumartesiyse…

Sayıları binleri bulan lokantalarda Katalan ve İspanyol mutfağının örneklerini yiyebilirsiniz. Bu da tipik bir Akdeniz mutfağı. Bize de İtalyan mutfağına da yakın.

Fransız mutfağının anlamsız soslara bulandırılmış yarı pişmiş yarı çiğ etlerinin, sos denizlerinde boğulup tadını kaybetmiş balıklarının bu kadar şöhretli olmasına karşın İspanyol ve Katalan mutfağının bu kadar unutulmuş olması bence büyük haksızlık. Ülkemizin ‘kitap gurmeleri’ kızacaklar belki, ama yiyeceklerin kendi doğal tadlarını bozmadan, acayip soslarla onları tanınmaz hale getirmeden pişirilen yemekleri tercih ediyorum ben. Bu yüzden de Türk, İtalyan, Yunan, Arap, İspanyol; kısacası Akdeniz mutfağının en basit yemeğini, Fransız mutfağının en şaşaalı yemeğine tercih ediyorum.

Bir kenti ve insanlarını elbette iki günde tanımak mümkün değil. Benim iki günlük Barcelona izlenimlerim bunlar. Biraz sonra öğlen olacak. İnsanlar yeni yeni uyanmaya başlıyorlar. Motosiklet yarışı izlenimlerime bugün yer kalmadı. O da “az sonra”!