RADİKAL

Joe Black ile tanıştınız mı?

 Joe Black, bu hafta gösterime giren bir filmin adı. Yönetmeni Martin Brest. Anthony Hopkins’in artık alıştığımız mükemmel oyunculuğuyla çok uzun sürmesine rağmen insan sıkılmadan izleyebiliyor.

Filmin öteki erkek oyuncusu ‘ahir zaman Robert Redford’u’ Brad Pitt bu filmde biraz yakışıklılığının cezasını çekiyor. Zaten sinemadaki birçok genç ve iyi oyuncunun kötü kaderi bu. Ya o kadar yakışıklı-güzeller ki, kimse oyunculuklarına dikkat etmiyor ya da karşılarında öyle bir eski oyuncu oynuyor ki onu seyretmekten gözünüz başka bir şey görmüyor. Sinema çıkışında herkes kendi yaşanmamış aşkına ağlarken ben Hopkins’in yakında sinemayı bırakmaya karar vermiş olmasına üzülüyordum, bunu da geçerken belirteyim.
Film gerçeküstü bir aşk öyküsünü anlatıyor. Hopkins’in canını almak üzere dünyaya gönderilen ölüm meleği (Pitt), adamın güzel kızına (Forlani) âşık oluyor.
Film aşk üzerine artık klasikleşmiş şeyler söylüyor. Tutku, ayakların yerden kesilmesi, yaşadığını hissetmek vs… Ama ben en çok aşkın yeni bir tanımını bulduğum için filmi sevdim: Onsuz yaşayamamak! Tutku ve heyecan zamanla bitebilir ama bir insan bir başkası olmadan yaşayamayacağını düşünmeye devam edebiliyorsa aşk sürüyor demektir.
Yönetmen çektiği sahneleri öylesine beğenmiş ki filmi kısaltmaya gönlü razı olmamış gibi geldi bana. Bu yüzden de bence filmin aşk üzerine söyleyebildiği şeylerin en can alıcı noktası da biraz gürültüye gitmiş.
Ölüm meleği işini bitirip de dünyadan ayrılırken yerine ‘vücudunu ödünç aldığı adam’ı bırakıyor. Kız, ortada bir gariplik döndüğünü sezmekle birlikte yeni durumu kolayca kabulleniyor. Bu, kafamda çok eski bir sorunun yeniden canlanmasına yol açtı. Aşkın öznesi ile ilgili bir durum. Nasıl ve kime aşık oluruz sorusunun hiç bir zaman tam olarak verilemeyen bir yanıtı var filmde.
Eğer âşık olduğumuz şey karşımızdaki insanın zekâsında ifadesini bulan şeylerse ölüm meleğinin giderken yerine bir başkasını bırakmasının bir anlamı olmamalı. Hayata bakış, olaylar karşısındaki tutum, ahlaki ve insani değerler gibi sevdiğimizde bulduğumuz ve bizi ona bağlayan özellikler, insanların fiziksel görüntülerinden çok daha önemli gibi geliyor bana.
Aşık için, sevilen kişinin dış görünüşü aslında hiç önemli değildir. Bu çizgiler silinmiştir. Gerçek bir aşktan söz ediyorsak aşık, güzelliği birbiriyle ilintisi olmayan küçük özelliklerde bulur. Başkasına fil gibi gelen bir adamın ince parmakları bir kadına dayanılmaz gelebilir. Ya da başkasının ‘çirkinlik abidesi’ diye niteleyebileceği kadının gözlerindeki bir anlık pırıltı, âşığının aklının başından gitmesine yol açabilir. Gasset “sevgiyi etkin biçimde esinleyen nitelik kanımca belli bir varolma biçiminde görülen anlatımcı çekiciliktir, plastik kusursuzluk değil” derken buna işaret ediyor.
Filmin yönetmeni ben olsaydım senaryonun bu kısmını atardım. Aşkı sadece plastik güzelliğe olan hayranlığa indirgeyen bu görüşün, filmime zarar vermemesini isterdim.