ZENİCA-Bosna deyince gözümde canlanan bir fotoğraf var: Savaşın olanca acımasızlığıyla sürdüğü günlerde Saraybosna’da çekilmiş. Yaşlı bir kadın bir iple bağladığı eski bir çocuk arabasını çekmeye çalışıyor. Çocuk arabası su bidonlarıyla dolu. Etraf karla örtülmüş. Kadının başındaki eşarp hafifçe sıyrılmış. Gözlerinde sadece acı var..
İki gündür Bosna’da gördüğüm manzara bana o fotoğrafı hatırlatıyor. Yine her yer karla kaplı.. Yol boyunca geçtiğimiz köylerde yanmış, yıkılmış, terk edilmiş evler savaşın çok uzak olmayan bir geçmişte yaşandığının altını çiziyor. Ama insan acıyı kolay unutabilen bir varlık. Eğer bu yeteneğimiz olmasa zaten yaşayamazdık diye düşünüyorum. Bosna’da da böyle oluyor. İnsanlar eskinin acılarını unutmaya çalışıyorlar, yaralarını sarmaya uğraşıyorlar.
Önceki gece Saraybosna’nın tavernalarını dolaşırken bunu görüyorum. Bakmaya kıyamayacağınız güzellikteki genç kızlar, inanılmaz yakışıklılıktaki genç erkekler bizim havalara çok benzer havalar çalan orkestralar eşliğinde dans ediyorlar.. Çiftetelliye benzer bir oyun bu. ‘Osman Aga’ şarkısı çalarken dayanamayıp bizler de katılıyoruz onlara..
Balkanlar’da ne zaman dolaşsam hep aynı duyguyu yaşıyorum. Türkiye’nin herhangi bir köşesinde tarihi dokunun böylesine korunabildiği bir yer var mı acaba? Saraybosna’nın Başçarşı’sı da böyle bir yer. Hanlar, camiler, saat kuleleri, kırmızı kiremitli ahşap evler, dar sokaklar… Sanki zaman durmuş burada. ‘Dedem canlanıp yeniden dünyaya gelse, hiç kimseye bir şey sormadan yürüyerek doğduğu eve kadar gidebilir’ diye düşünüyorum..
Saraybosna’da geçmişe yolculuk sadece mimariyle sınırlı değil. Küçük bir ‘gurme turu’, eskinin tatlarını yaşatıyor bize. Ispanaklı ‘bürek’, kakaolu tahin ‘halva’sı, kebabcici (İnegöl köftesi benzeri bir kebap), koz helvası, acı badem kurabiyeleri, sahlep ve boza.. Ve hepsinin üzerine telvesi bol bir ‘kahva’..
Rahmetli Yakup dedem Manastırlıydı. Ama bana hep bir Boşnak kızı ile evlenmemi öğütlerdi. Boşnak kızlarının tenlerinin şeffaf olduğuna, su bile içse, içtiği suyun boğazından geçerken görülebileceğine inanırdı. Öğütlerini dinleyemedim. Ama iki gündür Bosna’da dolaşırken ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Burada görev yapan bekâr Türklerin kollarında birer gelinle geri dönmeleri boşuna değil.
Bosna’da Dayton Anlaşması ile yeni bir deney yaşanıyor. İnsanlar günlük hayatlarını uluslararası istikrar gücünün güvencesi altında rahatça sürdürürlerken, bir yandan da geleceği kurmaya çalışıyorlar. Ancak işlerin o kadar da yolunda gitmediği bir gerçek. Çok etnili bir ülkenin, bölünmeden nasıl yaşayabileceğini zaman içinde hep birlikte göreceğiz. Ama yolun daha çok uzun olduğu da kesin.
8 Nisan’da Bosna’da genel seçimler var. Bu seçimlere tam 73 parti ve 17 bağımsız aday katılıyor. 4,5 milyon nüfuslu’ bir ülkede 73 parti, 73 değişik siyasi görüş.. İşlerin hiç de kolay olmadığının bir göstergesi de bu değil mi?
Bosna turumuz hava muhalefeti nedeniyle Mostar’ı atlayarak sürdü. Helikopterler havalanamayınca karayoluyla Zenica’ya geldik. Burada SFOR’a bağlı bir Türk görev birliği var. Birlik kendini görevine o kadar adamış ki sadece birlik mensuplarının bölge halkına yapılacak yardımları finanse etmek üzere gönüllü bağışları 2.5 milyon Alman Markı’na ulaşıyor.
Bunun karşılıksız kalmadığını Türk birliği tarafından yaptırılan Zenica Parkı’nın içindeki Türk Çeşmesi’nin açılışında görüyoruz. Beyaz tenli, güzel bir kız Türkçe bir şarkı söylüyor: Gitme, gitme kal bu şehirde.. Mavi gözlerinden yaşlar süzülüyor kızın.. Acaba bu gözyaşları bir süre sonra birliğin üçte birinin geri dönüyor olmasından mı? Bir daha görülemeyeceği düşünülen bir sevgiliye ağıt mı?
Saraybosna Havaalanı’na gitmek için otobüslerimize yürürken parkın ses düzeninden oynak bir şarkı yükseliyor.. Çoluk çocuk, kadın erkek, Boşnak, Hırvat, Türk.. Hepimizin içi fıkırdamaya başlıyor.. Ses Tarkan’ın: Seni gidi fındıkkıran…