Bazen kendimi çok yaşlı hissediyorum. Aslında hiç de yaşlı sayılmam. Hatta kendimde her şeyi, okuduğum okulu, seçtiğim mesleği vs. silip hayata yeniden başlamama yetecek kadar bir enerji hissettiğimi bile itiraf etmeliyim. Hâlâ sokakta yürürken gördüğüm teneke kutuya sıkı bir şut çekiyorum, hâlâ açık tribündeki yerimi sabahtan kapıp elimde bayrakla hakeme ve federasyona “kafiyeli eleştiriler seslendirme” isteğimi bastıramıyorum…
Televizyonda bilmem kaç ödül almış bir filmi seyredeceğime, kızımın bilgisayarının başına geçip FIFA ’98 oynamayı tercih ediyorum. Ama nedense yine de bazen kendimi çok yaşlı hissediyorum.
Galiba bunda “ara kuşak” çocuğu olmamın rolü var. Bizim çocukluğumuzda Türkiye hâlâ bir tarım ülkesiydi. Yerli mallar haftasında sıranın üzerine yaydığımız örtüde iğde, kuru üzüm, mandalina gibi “yerli malları”nı tüketir, Sümerbank kumbaralarının kartondan örnekleriyle el işi dersinden iyi not almaya çalışırdık. Oysa şimdi ihracatımızın büyük bölümü “sınai” ürünlerden oluşuyor.
Yerli mallar haftasında çocuklara Avrupa Birliği’ne girmenin ülkemize katkılarının neler olacağı anlatılıyor. Yaşadığımız yerler Batılı anlamda bir “şehire” benzemese de “kentlerde” oturuyoruz. Süleyman Demirel hâlâ başımızda ama, üç askeri darbe, bir başarısız askeri müdahale yaşadık.
Çocukluğumuzdaki bayramları anlattığımız zaman yaşları küçük olanlar sanki yüzyıl öncesinden bahsediyormuşuz gibi dinliyorlar bizi. Arife günü yapılan bayramlık alışverişleri, akraba ve eş dost ziyaretlerini, bayram harçlıklarının çata patlara yatırılmasını… Her şey sanki bir tarih kitabındaki kadar uzak görünüyor şimdi..
Günümüzün çocukları için bayram bizim çocukluğumuzda bize ifade ettiğinden çok daha başka anlamlar taşıyor. Onların büyük çoğunluğu için bayram “tatil” demek sadece.
Sanıyorum 30 yıl kadar önce bir kurban bayramı yine böyle bir bahar başlangıcına denk gelmişti. O yıllarda Antalya 75 bin nüfuslu küçük, yeşil sokakları kırmızı topraktan, yasemin kokulu bir kentti.
Kentteki otel ve motel sayısı iki elin parmaklarını ancak geçiyordu. Antalya o zaman da tıpkı şimdi olduğu gibi İstanbul ve Ankara’dan gelen “bayramcı”larla doluvermişti. Kent hazırlıksız yakalanmıştı. Akşamları evde şehirde yumurtanın bile kalmadığından, bir yumurtanın 50 kuruşu geçtiğinden söz ediliyordu. Nasıl olsa yer bulurum diye şehre gelen birçok kişi açıkta kalmış, turizm müdürünün gayretleriyle bunlardan bir bölümü evinde fazla odası olanlara “tanrı misafiri” olarak yerleştirilmişti.
0 bayram bizim de evimizde İstanbul’dan geldiklerini hatırladığım tanrı misafirleri vardı. Çocuk aklımızla bayramı evden ve akrabalardan, eş dosttan uzakta geçirmenin ne kadar garip bir adet olduğunu konuşmuştuk. Hatta onlara bayramı evlerinden uzakta geçiriyorlar diye üzüldüğümüzü bile hatırlıyorum.
0 yıllarda bizlere bayram harçlığı veren komşularımızdan çok büyük bir bölümü bugün hayatta değil. Hatta birlikte uçurtma uçurduğumuz arkadaşlarımızdan bile kaybettiklerimiz oldu. Nur içinde yatsınlar.
Çetin Altan dün 45 yıl önce yazdığı bir bayram yazısını yayımladı Sabah’taki köşesinde.
Düşündüm de aynı yazıyı bugün ben de yazabilirdim.
Çocukluğumuzu ve gençliğimizi öylesine büyük, hızlı ve her şeyi silip süpüren bir değişim
sürecinin içinde geçirdik ki ne genç olabiliyoruz, ne de yaşlı. “Orta yaşlı” olmak tam da bu
anlama geliyor galiba.
Şimdi o günlerle bugünleri kıyaslayınca burnumun direğinin sızlamasına engel
olamıyorum. Galiba kendimi bazen çok yaşlı hissetmemin bir sebebi de bu.
Bayramınız kutlu olsun; büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.