Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Raskolnikov'un izinde

Eğer katillerin er geç cinayet yerine döneceklerine ilişkin kehanet doğruysa; kendimden, ruhumdaki gizli Raskolnikov’dan da kuşkulanmam gerekecek.

Aksi takdirde topu topu iki gün kaldığım St. Petersburg’da yarım günümü Kanala Griboedova 104’te geçirmemi nasıl izah edebilirim?
Raskolnikov, Dostoyevski’nin büyük eseri Suç ve Ceza’nın topluma başkaldırmış nihilist kahramanı. Yoksul düşmüş bu genç, yaşamın gerçeklerinden koparak her şeye akıl düzeyinde bakan, yüce amaçlar için gerekiyorsa her türlü ahlak dışı araca da baş vurmanın meşru olduğunu düşünen birisidir. Bu yüzden yaşaması için hiçbir akılcı sebep bulamadığı aptal, sağır ve hasta bir tefeci kadını öldürür. Hapiste geçireceği yıllar ona, gerçek mutluluğun sadece akla dayanan bir yaşam anlayışıyla değil, düşünsel kibirden kurtulmayı da sağlayan çileler çekilerek bulunabileceğini öğretir.
Dostoyevski’nin romanında cinayetin işlendiği yer olarak anlatılan Griboedova Kanalı kıyısındaki 104 numaralı dev binanın iç avlusuna, geçerken insanın içini ürperten bir ‘tünel’den giriliyor. Rusya’nın birçok kentinde örneğini görebileceğiniz bir mimarisi var binanın. İri tekir bir kedinin önüm sıra meydan okurcasına yürüdüğü bu tünelden geometrisi ters açılarla çarpılmış bir avluya çıkılıyor.
Avlunun mimari yapısı Dostoyevski’nin neden bu binayı seçtiğini de açıklıyor sanki. Bu binada yüzlerce ev var. Neresinden bakarsanız bakın binada en az 600-700 kişi yaşıyor olmalı. Ama öyle dramatik bir sessizlik var ki sanki büyük bir apartmanın avlusunda değil de bir cezaevinin tecrit hücresindeymişsiniz duygusu uyanıyor içinizde. 5 numaralı girişten merdivenlere doğru yürüyorum. Tarih Raskolnikov’un cinayeti işlediği zamanda donmuş gibi. Üçüncü katta sol taraftaki 74 numaralı dairenin kapısı sanki geçmişte işlenen bir büyük suçun tekrarını önlemek istercesine takviye edilmiş. Büyük Rus coğrafyasındaki evlerin çoğunda görebileceğiniz, üzerinde üç kilit yuvası olan boyanmamış ahşapla kaplı bir çelik kapı bu. Mehmet Kök’le birlikte içimizden yükselen zili çalma isteğini zor bastırıyoruz. Zili çalsak, kapı açılsa karşımızda dünyanın en büyük suçunu az önce işlemiş Raskolnikov’un hayaletini göreceğiz sanki. Petersburg rehberlerinde tarif edildiği gibi koşar adımlarla gerisin geriye iniyoruz merdivenleri. Kukuşkin Köprüsü’ne kadar koşuyoruz, bir an durup gerimizdeki kirli sarı binaya bakıyoruz. Sonra gözlerimiz Raskolnikov gibi kanalın çamurlu sularına takılıyor. Suda yüzen bir pet şişe bizi 1866’dan 2000 yılının
14 Mayıs’ına getiriyor. Ne tür manyaklara rastladığını anlamaya çalışan şoförümüz Rustam’ın hayretten açılmış gözlerine aldırmadan taksiye binip Nevski’de ‘piset grama’ votka atmaya gidiyoruz. Sosyetik Stoliçnaya Kristal değil ama, 55 derecelik bir ‘Standart’, boğazımızı yakarak damarlarımıza doğru akıp giden…
Votkanın içindeki alkol insan vücuduna girdikten sonra parçalanıyor, başka alkollere dönüşüyor. (Votka ile başka içkilerin bir arada içilememesinin, içeni şeytan çarpmışa çevirmesinin sebebi de bu zaten.) Bu alkollerden birisi de Prozak’ın vücutta yarattığına benzer bir etki yaratıyor. Depresif Doğu insanlarının votkadan başka bir şey içmemelerinin sebebi de bu olmalı.
1866’da yazılmış bir romandaki sıradan bir mekânın bile hâlâ ayakta ve yaşıyor olmasına bir Türk’ün şaşırmasından daha doğal ne olabilir? Bütün bu saçmalıkları yapmamın ve şimdi de sizlere anlatıyor olmamın bir önemli sebebi de bu zaten. Ama bugünlük yerimiz bu kadar, devamı artık yarına..