Abdullah Öcalan’ın inecek bir pist parçası bulabilmek için Avrupa semalarında fink attığının ertesi günü Hürriyet’in manşeti tüm gazetecileri kıskançlıktan çatırr diye çatlatacak bir şeydi.
Dışişleri Müsteşarı Hürriyet yazarlarına rutin bir yemek vermiş, yemekte de haliyle günün konusu olan Apo’nun yolculukları konuşulmuştu. Hürriyet kendine özgü üslubuyla haberi ‘Dışişlerinden Hürriyet’e brifing’ başlığıyla duyuruyordu.
Bu yaratıcı başlığın önceki gün boyunca gazetemizin yazıişleri ile Ankara Bürosu arasındaki şakalara konu olduğunu da belirtmeliyim. Ankara Büromuz bu ‘korkunç atlama’nın şokunu yaşıyordu.
Fakat ne demişler: Mağrur olma sultanım, senden büyük Allah var!
İşte bu sözün doğruluğu dün bir kez daha kanıtlandı ve biz de Cumhurbaşkanı’na öğlen yemeğinde misafir olduk. Aslında bugünkü manşetimiz ‘Cumhurbaşkanı’ndan Radikal’e yemekli brifing’ şeklinde olmalıydı. Üstelik sadece yemek yemekle kalmamış, Cumhurbaşkanımızın dillere destan Mercedes marka antik limuzinine binme fırsatını da bulmuştuk. Şunu da vurgulamalıyım ki bu limuzine dört kişi birden sığabilmiştik: Ben, İsmet Berkan, Bilal Çetin ve sayın Cumhurbaşkanımız. Özellikle bu hususun basın dünyası için önemi şurada ki, bir süre önce bir gazeteci arkadaşımız daha bu limuzine cumhurbaşkanımız ile binmeye teşebbüs etmiş ve fakat heyhat şişmanlığı yüzünden otomobile tek başına zor sığmıştı.
Şimdi şakayı bir kenara bırakıp dün öğlen saat 12.45’e dönelim. Cumhurbaşkanımızın yemek öncesi ve sonrası konuşmaları ile ilgili haberi bütün ayrıntılarıyla bugünkü Radikal’de bulacaksınız. İsmet Berkan ve Bilal Çetin’in konuşmayla ilgili yorumlarını da mutlaka okursunuz. Ben size yemeğin gazete haberine yansımayan bölümünü anlatayım. İlginizi çekeceğinden eminim. Ne de olsa çok az insan her gün Cumhurbaşkanı’na yemeğe gitme imkânı bulabiliyor… Demek ki işin bu yönünün de bir haber değeri var.
Cumhurbaşkanı’nın çalışma odasına vardığımızda iki kanatlı kapı açıldı ve teşrifatçı salonun ortasında ayakta beklemekte olan Cumhurbaşkanı’na “Saat 12.45 konukları” diye seslendi. Demirel’in ‘buyursunlar’ sözü üzerine içeri alındık. El sıkıştık, cumhurbaşkanımızın ‘buraya girenlerin resmi çekilir’ önerisi doğrultusunda birlikte poz verdik. 10 dakika kadar süren hal hatır sormadan sonra az önce sözünü ettiğim limuzine doluşarak ‘Camlı Köşk’te hazırlanan yemek sofrasına doğru hareket ettik.
Yabancı devlet başkanlarını ağırlamak üzere yeniden düzenlenmiş ‘Camlı Köşk’te Ankara’ya hâkim bir salonda cam önüne kurulmuş sofraya ‘buyur’ edildik. Yemek takımları Heutschenreuter’in oteller için özel olarak ürettiği dayanıklı porselenlerden oluşuyordu. Paşabahçe kesme kristal bardakların ağız kısımları altın yaldızlıydı ve göbeklerinde Cumhurbaşkanlığı forsu basılıydı. Çatal bıçaklar Jumbo’nun gümüş kaplama takımlarından seçilmişti.
Yemekte benden başka kimse şarap içmedi. ‘Doluca beyaz’ biraz ekşiydi. Tabaklarımızın yanına konmuş mönülerde ‘Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından Radikal Gazetesi yazarlarına verilecek öğle yemeği’ yazılıydı. Kremalı sebze çorbası, tavuk ograten, pilav, salata, zeytinyağlı lahana ve yaprak sarması, zeytinyağlı biber ve patlıcan dolması, fava, dondurmalı kazan dibi, meyve ve kahveden oluşan mönüyü çatlayıncaya kadar yemek zorunda kaldık. Çünkü daha çorbaları kaşıklarken Cumhurbaşkanımız tabakta yemek bırakanlardan hiç hoşlanmadığını söylemişti. “Bu yatılı okul alışkanlığı. Hepimiz tutumlu olmalıyız, israf etmemeliyiz” diyordu. Sıkıysa babanın sözünü dinleme bakalım… İsmet Berkan hemen tabağında yarım bıraktığı çorbaya saldırdı. Bu uyarıdan sonra gerçi yemeklerden azar azar alarak kaçak güreştik ama tabaklarda da lokma bırakmadık.
Yemek sırasında Demirel’in neşesi yerindeydi. Siyasi sohbeti sık sık fıkralarla süsledi ve hepimizi güldürdü. İki tanesini size aktarayım:
Urfalı adam sokakta vurulmuş boylu boyunca yatıyormuş… Yakın arkadaşlarından biri neden sonra yanına gelmiş, ölü yatan adamın bir kenara savrulan kasketini başına geçirmiş ve “Ne yapayım hakkında hayırlısı buymuş arkadaş” deyip yürümüş.. Bu fıkrayı Avrupa Birliği’nin önceki yıl sonunda Luksemburg’da aldığı kararların Türkiye için hayırlı olduğunu söyleyenler için anlattı.
İkinci fıkra ise 12 Eylül’de partileri kapatınca halkın siyasal eğilimlerini değiştireceğini zannedenlere yönelikti. Adamın biri iki kilo et almış ve getirip evdeki tel dolaba koymuş. Evdeki hizmetçi eti gizlice yemiş ve ne olduğu sorulunca da suçu kedinin üstüne atmış. Adam hemen kediyi yakalayıp tartmış: İki kilo… Hizmetçisine dönmüş “Bu etse kedi nerede, bu kediyse et nerede?”