Cumartesi ve pazar günkü yazılarımda ‘Riding The Waves of Culture’ isimli bir kitaptan söz etmiştim. Çok kültürlü ortamlarda iş yapmak durumunda olan iş adamları ve yöneticiler için yazılmış bir kitap bu.
Yazarları Trompenaars ve HampdenTurner günümüzün önemli iş idaresi ‘guru’larından kabul ediliyorlar.
(Zülfü Dicleli bana dün bir e-posta yolladı.
Önemli bir detayı bu arada atladığımı öğrendim, sizinle de paylaşmalıyım. Kitap 1998 yılının Aralık ayında Türkçe’ye de çevrilmiş. Anadolu Holding Yayınları arasında ‘Kültürel Çeşitlilik’ adıyla yayımlanmış. İlgilenenler kütüphanelerde bu baskıyı bulabilirler.)
Kitabın yazarları kendi araştırmalarına dayanarak çeşitli kültürlerde yöneticilerin nasıl görüldüğünü tesbit etmeye de çalışmışlar: Yönetici bir tür baba mıdır yoksa işini en iyi yapan kişi midir?
Bu araştırmadan çıkan sonuç da ‘ilişki’ temelli kültürlerin insanlarının yöneticilerini bir baba gibi görmeye eğilimli olduğunu gösteriyor. Örneğin Mısırlıların üçte ikisi bu görüşte. Umman, Singapur, Venezüella, Filipinler, Kuveyt, Romanya, Rusya, Endonezya gibi ülkelerde yaşayanlar da yöneticiyi bir tür baba gibi görme eğilimindeler. Türkiye bu gruba yakın. Her üç kişiden biri yöneticisini bir tür baba yerine koymaya eğilimli.
Oysa gelişmiş sanayi toplumları işin nasıl yapıldığı ile ilgili. Avustralya, Kanada, İsviçre gibi ülkelerde ezici bir çoğunluk (Yüzde 97 ve Yüzde 92 aralığı) yöneticiyi işi yapan insan olarak görüyor.
İşin ilginç yönü birleşmeden sonraki Almanya’da ortaya çıkan tablo. Eski Doğu Almanya’da yaşayanların yüzde 54’ü yöneticiyi bir tür baba gibi görme eğilimindeyken, batıda yaşayan Almanların ancak yüzde 13’ü bu eğilime yakınlar.
Sanıyorum tek başına bu araştırma bile Süleyman Demirel’in nasıl olup da hâlâ ayakta dimdik durabildiğini açıklıyor olmalı. Güniz Sokak’taki evi her gün dolduranlar sadece bir siyasi görüşün temsilcileri değiller. Onlar aynı zamanda bir doğu toplumunun baba ihtiyacını da Demirel’in şahsında gideriyorlar.
Troçki, bolşevik devriminden sonra Stalin ile giriştiği mücadelede (elbette o tarihte böyle bir araştırmadan haberi olamazdı) Rusya’nın bir doğu toplumu olduğunu ve toplumun ‘baba otoritesi’ ihtiyacıyla işçi sınıfının yerine parti merkez komitesini, merkez komitesinin yerine de parti genel sekreterini koyacağına dikkat çekmişti. Dediği gerçekleşti ve Stalin, Rusya Ana’nın Babası olarak Çar’ın yerini almakta gecikmedi. Nitekim bugün bile Rusya’da yaşayanların yarısı yöneticiyi bir tür baba olarak tanımlıyorlar.
Ortaya çıkıyor ki kültürleri aynılaştırmak ve kültürel yakınlaşma yoluyla batılılaşmak pek o kadar kolay bir süreç değil. Hatta neredeyse imkânsız bir çaba.
Zülfü Dicleli e-postasında “asıl tartışılması gereken şey, kültürümüzü-düşünme, davranma ve sorunlara çözüm arama, iş görme tarzımızı-yeni yüzyılın dinamiklerine uygun olarak nasıl geliştirebiliriz ya da daha doğrusu uyarlayabiliriz, sorusu oluyor” diye yazıyor. ‘Yeni uygarlıkta’ para ve entelektüel sermayeden daha çok ‘sosyal sermaye’nin buluşculuk ve zenginlik kaynağı oluşturacağına dikkat çekerek “mevcut arkaik görünümlü ilişkiler sistemlerimize çağdaş bir içerik kazandırmak mümkün müdür, mümkünse nasıl konulu ciddi bir tartışmanın Türkiye’nin önünün gerçekten açılmasına ciddi katkıları olabilir diye düşünüyorum” diyor.
Ne dersiniz, böyle bir tartışma, son günlerin ‘sızma’ tartışmalarından çok daha hayırlı ve yararlı olmaz mı?
