Benim çocukluğumda Antalya’da heryer yemyeşildi. Akşam saatlerinde arklara verilen suyla tüm bahçeler sulanır, bizler de çam ağaçlarının kabuklarından oyarak yaptığımız kayıkları yüzdürürdük. İnsan eliyle yeşillenmeyen yerlerde de kargılar boy verir, içlerinden en uzununu seçip olta yapmak için günlerce uğraşırdık.
Kentin caddelerindeki turunç ağaçlarının meyveleri mevsim boyunca dururdu. Turistlerin onları portakal zannedip yemelerini, sonra da turuncun kekrek tadıyla şaşkınlık içinde yüzlerini buruşturmalarını eğlenerek seyrederdik.
Mevsimlerin değişmesini nar çiçeklerinin açmasından, muşmulaların sararmasından, portakal çiçeklerinden yapılan kolyelerden takip edebilirdiniz.
Çalı güllerinin ve yaseminlerin iç bayan kokuları meltemle birlikte yüzünüze çarpardı.
0 zamanlar Antalya 60 bin nüfuslu bir küçük Anadolu kentiydi. “Arapsuyu’ndan Kemer’e kadar her yere otel yapılacakmış” söylentisi bir efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Şehrin bir ucundan diğerine yürüyebilirdik. 1 Temmuz bayramlarında yağlı direklere tırmanılırdı. Mermerli, sabah kadınlar ve çocukların, öğleden sonra erkekler ve çocukların denize girdikleri bir plajdı. Köpekbalığı tehlikesine karşı fazla açılmamamız öğütlenirdi.
Antalya her geçen gün gelişen iş potansiyeli ile sonunda iç göçün önemli çekim merkezlerinden birisi oldu. Şimdi nüfusu kaç kişiye vardı bilmiyorum. Bildiğim tek şey, eskiden Teoman Paşa Caddesi’nden sonraki bomboş arazide uçurtma uçurduğumuz yerlerde bugün her biri 7-8 katlı binlerce apartman olduğu.
Önceki gün Radikal’in bölge sayfasında Antalya’da hava kirliliğine karşı alınacak önlemlerle ilgili bir haber vardı. Belediye geçen yıl hava kirliliğinin kış turizmini etkilediğini fark etmiş ve kaloriferci kursu açmaya karar vermişti.
Haberi okuyunca dalıp gittim. Elimizdeki cenneti bir cehenneme çevirmekte nasıl olup da bu kadar başarılı olabildiğimize hayret ettim. Utandım.
Eski güzel İstanbul’u şimdi televizyonlardaki Türk filmlerinde görebiliyoruz. Ya Antalya’yı bize hatırlatacak ne kaldı elimizde?
Antalya’yı bu hale getiren şey, bir türlü doymak bilmeyen aç gözlülüğümüz mü, yoksa günlük çıkarlar uğruna bir toplumun tüm hazinesini tüketmekte bir beis görmeyen politik hırslar mı?