Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın dün yaptığı açıklamalar en hafif deyişle ‘talihsiz’dir. Bütün yaşamını adalet sistemi içinde geçirmiş bir insan açısından talihsizdir. Hukukun üstünlüğünü, Anayasal hak ve özgürlükleri korumayı kendine ilk görev sayması gereken bir insan açısından talihsizdir. Ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin başsavcısı olan bir insan açısından talihsizdir.
Öte yandan Başsavcı’nın, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi ile toplumda yükselen nefret duygularını ve hassasiyeti, kişisel hak ve özgürlüklerin budanması için bir fırsat olarak gördüğü anlaşılıyor ki bunun için de bulabileceğim en hafif deyim ‘fırsatçılık’tır.
Anayasa ile güvence altına alınmış telefon ve posta iletişiminin dokunulmazlığı özgürlüğünün, Türkiye Cumhuriyeti devleti için ciddi bir tehlike olduğunu da böylece ilk kez bir savcının ağzından öğrenmiş bulunuyoruz. Bugün telefonların dinlenmesi ve posta haberleşmesinin denetlenmesi için hâkim izninin aranmaması gerektiğinden yola çıkanların (sanki böyle bir istekle karşılaşıp da bu isteği geri çeviren bir tek hâkim varmış gibi) yarın hangi kişisel hak ve özgürlüğü sakıncalı göreceklerini tahmin etmek bile istemiyorum.
Hükümete sansür yetkisinin tanınması ile ilgili sözleri için ise doğrusunu isterseniz bir yorum yapmayı dahi kendim için bir ‘utanç vesilesi’ olarak görüyorum.
Başsavcı’nın HADEP ve FP gibi ‘Anayasa’nın demokratik düzenimizin ayrılmaz parçası saydığı’ iki partiye avantaj sağlandığına ve bu avantajın kaldırılması gerektiğine ilişkin yorumları ise her şeyden önce kamu görevlilerinin tarafsızlığı kuralıyla bağdaşmıyor. Evet, savcılar da her vatandaş gibi bir siyasi fikre sahip olabilirler ama onlardan kamu karşısına çıktıklarında en azından siyasi partiler arasında fark gözetmediklerini söylemelerini ve buna uygun davranmalarını beklemek en doğal hakkımızdır.
Başsavcı Savaş, cezaevlerinin bir terör okulu haline geldiğini söylüyor. Bence eksik. Cezaevleri aynı zamanda örgütlü suç odaklarının ve mafyanın da işlerini özgürce yürüttüğü ve yönettiği merkezler olmaktan çıkarılmalı. Adı üzerinde cezaevleri suçluların cezalarını çektikleri ve cezalarının bitiminde topluma yeniden kazandırılabilecekleri yerler haline getirilmeli. Bunu sağlamanın yolu Ulucanlar’da işlenen cinayetleri desteklemekten geçmiyor. Geniş kapsamlı bir cezaevi reformu, mahkûmların da insani hakları olduğunu
unutmadan uygulanabilir ve kamuoyunun cezaevleri hakkındaki şikâyetleri önlenebilir.
Türkiye’nin en önemli sorununun irtica ve bölücülük olduğuna ilişkin devlet yönetimine hâkim olan görüşü Başsavcı’nın da paylaştığı anlaşılıyor. Bu iki sorunun da gerçekten çok önemli olduğuna ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu girişimlere karşı kendini savunma hakkına bizim de itirazımız yok.
Ancak bu sorunların tedavisi ile ilgili olarak Başsavcı’dan farklı düşündüğümü söylemeliyim.
O bu sorunlarla mücadele için Anayasal hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, Türkiye’nin bir tür ilan edilmemiş sıkıyönetim altına girmesini savunuyor. Ben ise tam tersi kanaatteyim. Türkiye’nin sorunlarının üstesinden gelebilmesi demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işler hale getirilmesiyle mümkün olabilir. Biraz klasik bir deyiş olacak ama demokrasiden doğabilecek sakıncaları önlemenin en iyi yolu yine demokrasidir.