Baudelaire’e nerede yaşamak istediğini sormuşlar. “Neresi olursa, neresi olursa.. yeter ki dünyanın dışında olsun” diye yanıtlamış.
Şimdi durduk yerde bu sözün nereden aklıma geldiğini merak ediyorsanız, hemen söyleyeyim. Bunun Mars’ta eskiden hayat olduğunun keşfedilmesiyle bir ilgisi yok.
Dünkü yazımı okumuş olanlar hatırlayacaklardır. Yazımın ana fikri şu tespitten meydana geliyordu: “İnsanın kendi üzerindeki asıl egemenliği düşüncesidir, iradesi değil. O efendilik günümüz insanının yitirmekte olduğu bir şey. Bu yüzden de bizde sanki insanlığımızdan bir şeyler yitiriyormuş duygusu uyanıyor.”
Hep istediğimiz halde bir türlü başaramadığımız bir şey ‘yaşamı yaşam için yaşamak’.
Zaman zaman bunu başarabilenler de çok geçmeden derin bir pişmanlık duygusu içinde bulurlar kendilerini. Hemen toparlanırlar ve tekrar ‘dışımızdaki dünyanın gerçeklerine’ uymanın yollarını ararlar. 
Böylece ‘kendilerini’ bulduklarını düşünürler.
İnsanın yaşadığı bu çelişkili durumdan, yani kendi hayatı üzerine açık seçik düşünceler geliştirme yeteneğine sahip olmasına karşın iradesi ile bu düşünceden vazgeçip toplumun bir parçası olma durumundan kurtulması yaşamımızdaki küçük mutlulukları yaratır.
Gasset bunu insanın ‘kendisinin dışına çıkma isteği’ olarak tanımlıyor.
Kendinin dışına çıkma isteği insanın zihinsel yaşamında aşk olarak karşılığını bulur.
Âşık olmak, insan doğasının bir ‘aşırı durum’udur. Gasset “Karşıdaki, sevenin duygularına karşılık verdiği zaman, kaynaşmayla oluşan bir birlik dönemi başlar; bu dönemde her iki kişi de kendi varlığının köklerini ötekine aktarır ve kendi içinden değil, ötekinin içinden yaşamaya, düşünmeye, istemeye ve davranmaya başlar. Burada sevgili düşünülecek bir nesne değildir artık, çünkü onu içinizde taşırsınız” diyor.
İşte yazımın başında Baudelaire’in söylediği söz bunu anlatıyor.
Şairlere de bu yakışıyor zaten. Başkalarının sayfalarca ve saatler boyunca anlatabilecekleri bir şeyi bir tek cümlenin içinde ifade etme yeteneği.
Bizler için sınırları çizilmiş, kuralları belirlenmiş dünyanın dışına çıkma isteğidir aşk.
Yaşama karşı yeni bir tepki,canlılık belirtisi göstermektir.
Tüm doğanın canlandığı, bütün canlıların yaşam belirtisi vermeye başladığı bahar aylarında insanların âşık olma isteği duymalarının nedeni de budur.
Bu yüzden insanların hayatlarının çeşitli evrelerinde aşık oldukları kişiler farklılık gösterir. Kişiliğimizin değişmekte olduğunu böyle anlarız.
Gasset “Değişik türde bir kadının seçilmesi yaşama karşı yeni bir tepki göstermenin normal bir sonucudur. Değerler dizgemiz az ya da çok değişikliğe uğramıştır; daha önce hiç değerli bulmadığımız, belki farkında bile olmadığımız nitelikler üste çıkarak erkekle oradan geçmekte olan kadın arasında yepyeni bir sevisel seçme örüntüsünü oluşturur” diyor.
Peki bütün bunlar doğruysa nasıl oluyor da bazı kadınlar ve erkekler hayatlarının sonuna kadar aynı kişiye aşkla bağlı kalabiliyorlar?
Numara mı yapıyorlar, yoksa aşkın zamanla öleceğini söyleyenler mi yalancı?
Ya da onlar çoğu insanın bilmediği bir şeyi mi biliyorlar: Aşkı uzun yıllar canlı tutmayı nasıl başarabiliyorlar?
Bu konudaki düşüncelerinizi bana yazarsanız, birlikte ilginç bir yazı dizisi oluşturabiliriz gibi geliyor bana. Adresim ve faks numaram hemen yukarıdaki künyenin içinde.
