RADİKAL

Batsın bu dünya, bitsin bu

 TORINO – İnsan İtalya’da dolaşırken kentlerin tarihi dokusunun korunmasına gösterilen özenden gerçekten çok etkileniyor. Âkla hemen aynı şeyi niçin kendi kentlerimizde başaramadığımız sorusu takılıyor.

Bu son İtalya seyahatim sırasında da hep aynı duygular içindeyim. Vatanseverlik nutuklarına sıra gelince hiçbirimizin eline kimse su dökemez, ama yaşadığımız kentleri sevmek ve korumaya çalışmak gibi bir düşünce de yanımıza uğramamış.

Acaba her savaşta yenilip kaçtıkları için “korkak’ sıfatını kolaylıkla yakıştırıverdiğimiz İtalyanlar mı vatanlarını daha çok seviyor, yoksa savaşta ölmeyi şehitlik sayan, vatan için kolayca canını veren biz Türkler mi yurdumuzu daha çok seviyoruz?

Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde kentteki Hıristiyan nüfusu dengelemek için Anadolu’dan Müslüman Türkleri getirtmişti. Önceleri gönüllülük esasına dayanan bu göç, daha sonra Türklerin göç konusundaki isteksizlikleri yüzünden zorla iskâna dönüşmüştü.

Fatih’in, bir Türk kenti sayılan Edirne ve Bursa dururken İstanbul’u başkent yapmak istemesi ve İstanbul’daki Hıristiyan ve Musevileri kendi hayatlarını yaşamak konusunda serbest bırakması da bunca eziyetin üzerine tuz biber ekmişti.

Tarihçi Philip Mansel, halk arasında şöyle şiirlerin dilden dile dolaştığını belirtiyor:

“Sultanın kapı eşiğinde onurla durmak için ya Musevi olmak lazım, ya Acem, ya da Frenk.”

Mansel’in yazdıklarına bakılırsa, zorla İstanbul’a getirilen Türkler İstanbul’u ‘bir eziyet ve ıstırap adası, felaketlerin toplandığı yer, bir fesat ve iflas kaynağı’ olarak niteliyorlardı. ‘Şehir kıyamete kadar terk edilmeli, harap edilmeli’ydi.

Ne dersiniz, atalarımızın beş asır önce ettikleri bedduaların bedelini mi ödüyor koca İstanbul? Yoksa bizler, genlerimize kazınmış “bu lanetli vasiyeti’ yerine getirmek için mi İstanbul’un altından girip üzerinden çıktık?

Bedrettin Dalan, trafiği rahatlatmak gerekçesiyle Tarlabaşı’nı bir uçtan diğerine yıkınca birçok insan alkış tutmuştu.

Yapılan şeyin bir kentin en önemli mirasını yok etmek olduğunu söyleyenlere gerici gözüyle bakılmıştı. Tarlabaşı’nda yıkılan şey iddia edildiği gibi; mezbeleler değil, İstanbul’un ‘kerpiç’ tarihiydi. Belediye başkanlarına düşen görev o tarihi buldozer paletleri altında ezmek değil, temizlemek, restore etmek ve gelecek kuşaklara bir miras olarak bırakmaktı. Tanrının işine bakın ki, İstanbul’a en çok zarar veren insan İstanbul tarihinin en başarılı belediye başkanı sayılıyor.

Torino, Savona, San Remo ve civar kentlerde dolaşırken gelmiş geçmiş bütün belediye başkanlarının kulaklarını çınlattım. Buralarda olsalardı, şehircilik nasıl yapılır, herkese gösterirlerdi diye düşündüm. Orhan Gencebay’ın ünlü şarkısını kendimi İstanbul Belediye Başkanı zannederek söyledim durdum: “Batsın bu dünya, bitsin bu rüya”.