ABD, Türkiye’ye ‘kuşkuyla’ bakıyor
ABD Büyükelçisi James Jeffrey ve İstanbul Başkonsolosu Sharon Wiener Türkiye’den ayrılıyorlar.
İki diplomatın “veda konuşmaları” diye yorumlayabileceğimiz iki konuşmasından edindiğim izlenim, Türkiye-ABD ilişkilerinin bir süre daha “kuşku” üzerinde yürüyeceği şeklinde.
Bakın Başkonsolos ABD Bağımsızlık Günü’nde yaptığı son konuşmasında ne diyor:
“Hem Amerika Birleşik Devletleri hem de Türkiye, bağımsızlıklarını savaş cephelerinde kazandılar. Ancak iki ülke olarak şunu da biliyoruz ki, özgürlüğümüzü her gün evlerimizde, okullarımızda, yürütme ve yargı kurumlarımızda ve özgür medyanın çalışma alanında korumak için çaba göstermeliyiz.”
Başkonsolosun konuşmasında “özgür medyaya” vurgu yapması bir tesadüf değil hiç kuşkusuz.
Ferhat Boratav da CNN Türk’ün internet sitesindeki yazısında ABD Büyükelçisi James Jeffrey’nin, Hürriyet’te Sedat Ergin ile yaptığı söyleşiye dikkat çekiyordu.
Büyükelçi, “Türkiye’nin yönelimi ile ilgili sorular” diye tanımladığı “eksen kayması” meselesine şöyle yaklaşıyordu. (Söyleşinin ilgili bölümünden aktarıyorum.)
“Jeffrey: (Türkiye’nin) yönelimiyle ilgili sorulara gelince, 60’lardaki De Gaulle’ün Fransa’sı hatırlanabilir. O yıllarda da Fransa’nın Batı dünyasının dışına çıktığı değil, aldığı tutumların uluslararası camianın bazı temel çıkarlarına ne ölçüde meydan okuduğu sorusu tartışılıyordu.
Ergin: Türkiye’nin Başbakan Erdoğan’ın liderliği altında De Gaulle’cü bir çizgiye kaydığını mı söylemek istiyorsunuz?
Jeffrey: Hayır. Böyle bir manşetten kaçınmak isterim. Bu benzetmeyi yapmamın nedeni, o yıllarda hiç kimsenin Fransa’nın Batı’nın bir parçası olduğu gerçeğini sorgulamadığı hususunun altını çizmek içindir. Ancak Türkiye’de pek çok insan bu konuda kuşku duyabilir. Bu onların hakkıdır da.”
Demek ki Büyükelçi, son gelişmeler ışığında “Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olup olmadığının sorgulanmasını, bundan kuşku duyulmasını” normal karşılıyor hatta bir “hak” olarak görüyor.
İki diplomatın bu veda konuşmaları, ABD yönetiminin bugün Türkiye’ye nasıl baktığının bir fotoğrafını veriyor.
Yandaş medya neyi pompalarsa pompalasın durum bu!
Sadece biraz düşünmek yeterli
GÜNEYDOĞU’daki 20 ilden toplam 649 sivil toplum kuruluşunun Diyarbakır’da yaptıkları son açıklama, bölgede teröre karşı uyanmaya başladığını varsaydığım tepkinin “fos çıktığını” düşündürttü.
Ortak açıklamada Kürt sorununun demokratik çözümü için öncelikle “parmakların tetikten çekilmesi” savunuluyor.
“Bu itibarla, parmaklar karşılıklı olarak tetikten çekilmelidir; TSK operasyonlara son vermeli, PKK eylemlerine son vermelidir” deniliyor.
Bu, bugüne kadar kaç kere dinlediğimizi artık hatırlayamadığım bir umutsuz beklenti.
Bu kuruluşların ihmal ettiği şey şu: Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devlet! Hangi devlet, sınırları içinde elinde silahla dolaşan çetelere müsamaha edip, “operasyonları” durdurabilir?
Bunu yaparsa, onun o yerler üzerindeki egemenliğinden söz edilebilir mi?
Evet, kuşku yok ki sorunun demokratik çözümü için öncelikle silahların susması gerekiyor.
Ama burada çağrı yapılacak merci, elinde silahla dağlarda dolaşıp, sağa sola saldıranlardır.
PKK eylemlerine son verip, silahlı gücünü Türkiye dışına çıkardığı takdirde o çok şikâyet edilen operasyonlar da zaten kendiliğinden duracak.
Sivil toplum kuruluşları samimilerse, PKK’dan bunu istemeli.
Neden ‘soğuk duş’ oldu, anlayamadım
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın, kadın dernekleriyle yaptığı toplantıda söylediği “Kadın ile erkek eşit değildir” sözleri hayretle karşılanmış! Gazetelere yansıyan haberlere göre bu sözler “soğuk duş etkisi yaratmış”!
Bu sözlerin önce hangi bağlamda söylendiğine bakalım:
Kadın kuruluşlarının temsilcilerinden bazıları kadınların sadece “annelik” özellikleri ile anılmasını eleştirince Başbakan şöyle diyor:
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Onun için fırsat eşitliği demeyi tercih ediyorum. Kadınlar ve erkekler farklıdır, birbirinin mütemmimidir.”
AKP ideolojisinin kadın erkek eşitliği meselesine böyle yaklaştığı bir sır değil. Onun için kadın kuruluşlarının bazı temsilcilerinin neden “soğuk duş” almış gibi olduklarını anlayamadım.
Bu ideolojiye göre kadının yeri evidir, toplumsal yaşama katılabilmesi de ancak bazı örtünme kurallarına uyması ile mümkündür.
Kadın-erkek eşitsizliğinin altını kabaca çizen türbanı da onun için savunurlar.
Kadın-erkek eşitliğini bile savunamayan bir ideolojinin, nasıl olup da bu toplumu demokratikleştirebileceği sorusunu yanıtlamayı da “liberal aydınlara” bırakalım!