HÜRRİYET

Af kanunlarının bedelini beş çocuk ödedi

23 yıl önce annesini ve dört kardeşini baltayla parçalayan ve 1991 yılında aftan yararlanarak cezaevinden çıkan Fahri Elmas adındaki bir şahıs, dört çocuğu ile üvey kız kardeşini öldürdükten sonra intihar etti. İnsana dehşet veren bu haberi bugün Hürriyet’te okuyacaksınız.

Beş kişinin katiliyken affedilen Elmas, böylece beş kişiyi daha öldürdükten sonra ebediyen aramızdan ayrılmış oldu.

Elmas’ın yararlandığı af kanunu çıkartılırken Türkiye Büyük Millet Meclisi sıralarında oturup, liderlerinin bir işaretiyle parmak kaldıranlar ve bu tür kanunlar çıkararak seçim kazanacaklarını düşünenler eserleriyle ne kadar iftihar etseler azdır!

Tek sorun var ki onların bu hatalarının bedelini ödeyenler 3, 4, 5, 9 ve 17 yaşındaydılar.

Önlerinde yaşayacakları bir ömür vardı.

Katilleri, tecavüzcüleri, hırsızları, dolandırıcıları “kader kurbanı” diye nitelemek ve sonra kanunlar çıkararak onları affetmek başkalarının kaderlerini işte böyle etkiliyor.

Fahri Elmas bu konudaki tek örnek değil. Af kanunlarından yararlanarak dışarı çıkan eski suçluların önemli bölümünün, bir süre sonra yeniden suç işledikleri bir sır değil.

Af kanunlarından yararlanarak ya da cezalarını tamamlayarak yeniden topluma dönen eski suçluların “ıslahı” ve onların birer meslek sahibi olarak topluma kazandırılmaları için bir şeylerin yapılması gerektiği çok açık.

Fahri Elmas, hapiste kaldığı süre içinde, serbest bırakıldığında düzgün bir yaşam sürmesini sağlayabileceği bir meslek sahibi olabilseydi, o küçücük çocuklar büyük olasılıkla bugün hálá sokakta koşup oynuyor olacaklardı.

Kadrolaşma hastalığının doğal sonucu

TÜRKİYE dünyada “kripto” üreten en iyi on ülke arasında yer alıyormuş. TÜBİTAK tarafından üretilen bu kriptolar (ya da şifreler), Genelkurmay Başkanlığı‘nın izniyle sivil resmi kurumlara da veriliyor.

Son zamanlarda bu şifrelerin delindiği ortaya çıkınca güvenlik birimleri gizli bir soruşturma yapmışlar.

Soruşturmanın raporu bugün piyasaya çıkan Tempo Dergisi’nde yayınlanıyor. Haberi okuyunca, AKP‘nin devletin değişik kurumları içinde yürüttüğü kadrolaşma faaliyetlerinin önemli bir kuruluşta yarattığı tahribatın boyutları açıkça görülüyor.

Rapora göre hükümetin TÜBİTAK’ın başındaki kişiyi değiştirmesinden bu yana geçen 23 aylık süre içinde kurumun organizasyon şeması tam üç kere değiştirilmiş. Adama göre iş yaratmanın yeni tanımı demek ki organizasyon şeması değişikliği olarak ortaya çıkıyor.

Aynı süre içinde kurumdan 176 kişi ayrılmak zorunda kalmış. 70 profesör, 8 doçent, 3 doktor, 5 yüksek mühendisin de aralarında bulunduğu bu kişilerin ayrılmasından sonra da kuruma 112 kişi alınmış.

Rapora göre Bilişim Müdürlüğü‘ne atanan kişi “İnternet sayesinde insanlar Allah’a daha yakın oldular” diyen bir tarihçi. Bu kişinin yazdığı bir raporda çocukları “zararlı yayınlardan korumak için” SiberHızır, AğMeleği, ŞeytanSavar gibi filtre programları hazırlatılması öneriliyor.

“Bizden olanlar”, “bizden olmayanlar” ayrımı, Türkiye’nin gurur duyacağı bir kurumu işte bu hale getirmiş.

Bir elmanın iki yarısı

YUNANİSTAN’da yayınlanan Kathimerini Gazetesi’nin internetteki İngilizce versiyonunda Pantelis Boukalas tarafından yazılmış bir yorum okudum.

Yazı, geçenlerde oynanan bir maç sırasında PAOK Kaptanı Zagorakis‘in, tribünleri ateşe verip, ellerine ne geçirdilerse sahaya atan seyircilere nasıl yalvardığını anlatarak başlıyor.

Bir bölümünü aktarıyorum: “Tabii ki, tek tip bir futbol salgınından bahsetmiyoruz. Bu salgının çok çeşitli virüsleri var ve cilt bunlara karşı koymakta savunmasız kalıyor. Bunların en bariz olan belirtisi ’fanatizm’. Bu virüsten dolayı acı çekenler, kulüpleriyle ilgili ‘sağlıksız tutumlarından’ dolayı gurur duyuyorlar. Bu kişiler artık gereksiz hale gelince kendilerini kullananlar tarafından daha sonra öfkeli taraftarlar olarak kınanıyorlar. Hakemleri ve rakiplerinizi terörize ettiğiniz zaman kahraman ilan ediliyorsunuz. Bir yeri ateşe verdiğinizde, taş fırlattığınızda ya da birini bıçakladığınızda holigan takma ismiyle anılmaya başlıyorsunuz.”

Her zaman Yunanistan ile Türkiye’nin birbirine çok benzeyen iki ülke olduğunu düşünmüşümdür. Boukalas’ın yazısını okurken futbol fanatizmi ve bu fanatizmi kullanmak isteyen spor yöneticileri konusunda da aramızda müthiş bir benzerlik olduğunu gördüm.

Orada da burada da aynı. Bizde de futbolda şiddet ve küfürden en çok yakınanların, o tür taraftar gruplarıyla işleri bitene kadar içli-dışlı oldukları bir gerçek değil mi?