Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Ajandadaki gizlilik ortadan kalkıyor galiba!

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde Almanya’ya gitti, orada söylediği sözler ile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda ısrarlı olduğunu vurguladı. Hatta Avrupa Birliği’ne süre de verdi: “2023’e kadar üye olamazsak kendimize başka bir yol çizeriz.”

Sonra bir gün aklına birden “idam cezasının gerekliliği” konusu geldi.

Bunu da o günden beri gittiği her yerde tekrarlıyor.

Oysa idam cezasının kaldırılması söz konusu olduğunda yeni kurulmuş AKP’nin lideri olarak idam cezasının kaldırılmasına, AB üyeliği hedefi için destek olmuştu. O vakit “Türkiye AB’nin kenar mahallesi olmamalı, idam cezası tamamen kalkmalı” diyordu.

Şimdi tam tersini savunuyor. Bunu seçimler sırasında vatandaşa verdiği sözler olarak değerlendirmemiz gereken “seçim beyannamesinde” de hiç söz konusu etmemişti üstelik.

Ama şimdi “Öldürmeler karşısında gerekirse idam cezaları yeniden masaya getirilmelidir” diyor.

Hangisini söylerken samimi? AB üyeliği için bastırırken mi, idam cezasının yeniden konulmasını tartışırken mi?

Bence ikinci durumda samimi!

AB üyeliği hedefi, Erdoğan için askeri vesayetin kırılması için bir kaldıraç, bir araçtı, başından beri AB’ye tam üyelik hedefi yoktu diye düşünüyorum. Nitekim asker meselesi AB uyum yasaları ve siyasi kararlılıkla çözülünce, AB üyeliği hevesi de tavsadı!

Onun için gayet rahatlıkla idam cezasının yeniden konulması meselesini gündeme getirebiliyor.

Öte yandan bu konudaki referansı da ilginç: İdam cezasının kaldırılmasını ve cinayet suçlularına hapis cezaları verilmesini “devletin cinayet işleyeni affetme yetkisini kullanması” olarak tarif ediyor. “Bu yetki öldürülenin ailesine aittir, bize ait olamaz” diyor. Düzenlemenin “bununla ilgili olarak yapılması gerektiğini” söylüyor.

Dini referans alıyor, “kısas hukuku” istiyor.

2012 yılının sonunda istediği şey, hukuk düzeninin dini kuralları referans kabul etmesi!

Ve bunu anayasasında “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” laiklik ilkesinin yazılı olduğu bir ülkede yapıyor.

Yıllardır AKP’nin ve Başbakan’ın bir “gizli ajandası” bulunup bulunmadığı tartışılıyor.

Öyle görünüyor ki güçlendiğini hissettikçe ajandadaki gizlilik de ortadan kalkacak.

Önce başkan olmak istiyor ki bütün gücü eline geçirsin ve ajandada yazılanlar bir bir hayata geçsin.

Bari bu konuda takiye yapmayın!

BAŞBAKAN Yardımcısı Bekir Bozdağ, başkanlık sistemine geçilmesinin demokrasimiz için yararlarını şöyle açıklıyor:

“Milletvekilleri seçildikleri bölgede yüzde 50’den fazla oy alan kişilerden oluşacak. Her halükârda baraj kalkmış olacak. Milletvekilleri şunu iyi bilecekler: Kendilerini vekil yapan irade partilerin merkezinden listeye koyacak irade değil, sandıkta halkın verdiği irade olduğunu görecek, gücünü halktan alacak. Yasama ayrı ve bağımsız hale gelecek.”

Bugünkü parlamenter sistemin sıkıntıları da bunlar değil mi zaten?

Parlamenter sistem iyi işlemiyor, başkanlık sistemine geçelim”  diyorlar ama söyledikleri şey bugünkü sistemin içinde kalınarak da sağlanabilir zaten.

Bu kadar yüksek baraj halkın iradesini yansıtmıyor, baraj indirilsin” denilince bunun tehlikeli olduğunu söylüyorlar, başkanlık sistemini savunurken “Baraj da kalkmış olacak” diyorlar.

“Siyasi Partiler Kanunu demokratikleştirilsin, milletvekilleri merkezden atanmasın” dediğinizde bunu duymuyorlar, “Başkanlık sistemine geçilince milletvekilleri merkezden belirlenmeyecek” diyorlar.

Parlamenter sistem, bu ülkede iyi-kötü yıllardır çalışıyor, yapılacak şey sistemin tıkanma noktalarını açmak. Ama bunu yapmak yerine “ille de Başkanlık olsun, bize göre olsun” diyorlar.

Ve sonra çıkıp “Başkanlık sisteminin Recep Tayyip Erdoğan için istenmediğini” söyleyebiliyorlar.

Tamam, takiye konusunda uzmansınız, iyisiniz ama bari böyle bir temel meselede bunu yapmayın, hayalinizdeki neyse onu açıkça söyleyin!

Flautre, KCK sözleşmesini okumuş mu?

AB–Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre, Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşide şöyle konuştu: “Öcalan, Kürt meselesinin demokratik ve siyasi boyutunun lideri olmalı. Şiddete başvurmadan çözüm isteyen, demokratik ve kültürel haklarını talep eden sivil kesimlerin temsilcisi olmalı. Kürt vatandaşların haklarını demokratik yollarla almayı öngören bir liderlik pozisyonu almalı. Şiddet kullanılmaması konusunda kararlı olmalı.”

Flautre belli ki meseleyi uzaktan izliyor, belki de böyle bir sorunun varlığını bu göreve geldikten sonra fark etti.

Çünkü ne PKK ideolojisinden, ne Öcalan’ın fikirlerinden, ne de KCK’dan haberi var.

Öcalan’a ve PKK’ya kalsa, Türkiye’li Kürtler, Kamboçya’daki Kızıl Kmerler tarzı bir yönetim ile baş başa kalırlar.

Bundan bir adım ilerisi değil!

Bir kez daha “Türkiye’nin Kürtlerini kim temsil ediyor” sorusu ile karşı karşıyayız.

Bölgede seçimler sırasında alınan oylara bakacak olursak PKK ve BDP kadar hatta daha fazlası AKP’yi de işaret ediyor.

Şiddet yoluyla varlığını ifade etmekten yana olanlar için ise temsilci PKK ve dolayısıyla BDP.

Bu nedenle Flautre boş bir hayal kuruyor.