Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Anayasa’yı delme çabası

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın, başkenti Ankara’dan, İstanbul’a taşıma projesinin bir aşaması olan Merkez Bankası’nın taşınması işi yine ısındı.

Hükümetinin yeni eylem planını açıklarken kullandığı üslup da zaten bunu kişisel bir mesele olarak ele aldığını gösteriyor: “Bu konuda kararımızı verdik. Hatta yerleri de belirlenmiştir. Bunu hiç kimseye de soracak değiliz.”

Ankara’dan taşınacak finans kuruluşu sadece Merkez Bankası değil. Ziraat Bankası, Halkbank ve Vakıfbank da İstanbul’a taşınıyor.

Hatırlayacaksınız bu taşınma işi “İstanbul finans merkezi oldu, Merkez Bankası orada olursa daha iyi çalışır” şeklinde izah ediliyordu.

Sonradan buna bir de “Uluslararası finans merkezi olacağız” hayali de eklendi ki itirazı olanların sesini çıkartacak hali kalmasın.

Ancak küçük bir sorun var: Merkez Bankası ve öteki kamu bankalarının Kadıköy tarafında TOKİ’ye ait bir arazide yapılacak binalara taşınacağı söyleniyor.

Bu durumda, İstanbul’un ulaşım altyapısını ve trafik sorununu dikkate alırsanız, taşınma işinden beklenen yarar sağlanamayacak demektir.

Çünkü “finans merkezi” Avrupa yakası ile Kadıköy yakası arasındaki ortalama ulaşım süresi, İstanbul ile Ankara arasındaki ulaşım süresi kadar.

Hatta bazı günlerde İstanbul’dan, Ankara’ya gitmek, Bostancı’dan, Levent’e ulaşmaktan daha kısa sürüyor!

Görüşümü daha öncede yazmıştım: Başbakan, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinden birini delmeyi denemek istiyor.

Bunu başarırsa öbür değiştirilemez maddeler için de yeni yollar arayacaktır. Bekleyin, göreceksiniz.

İki saatliğine kör oldum!

DAHA önce böyle bir deneyim hiç yaşamamıştım. Çocukken, “görmemek nasıl bir şey” diye gözlerinizi sıkıca kapatmanıza benzemiyor. Körebe oyununa da!

Mutlak bir karanlığın içinde kayboluyorsunuz ve işte o zaman görmemenin nasıl bir şey olduğunu anlıyorsunuz.

Size sözünü ettiğim yer Londra’da bir lokanta. “Dans Le Noir” (Karanlıklar İçinde) adını taşıyor.

Dans Le Noir, tamamen karanlık bir ortamda yemek deneyimi yaşatıyor.

Özel bir sistemle mutlak bir karanlığa büründürülen ortamda görme duyusunun yok olması, öteki duyularınızı kullanmanızı zorunlu kılıyor. Dokunma, koku ve tat alma, işitme duyularınızla baş başa kalıyor, görmenin eksikliğini bu duyularla kapatmaya çalışıyorsunuz.

Lokantada görme engelli garsonlar çalışıyor. Onların rehberliğinde masanızı buluyor, sandalyenize oturuyor, masanın üstündeki çatal-bıçak, su bardağı, şarap bardağı, peçeteyi keşfediyor ve sonra kendi duyularınızla baş başa kalıyorsunuz.

Görmediğiniz için bir mönü de yok elbette lokantada. Neye benzediğini bilmediğiniz bir yemeği, tadından, kokusundan tanımaya çalışarak yiyorsunuz.

Ve işin ilginci bunu başarıyorsunuz da! Yemekleri de tanıyor, üstünüze dökmeden, yere bir şey saçmadan masadan kalkabiliyorsunuz. Sadece iki saat süresinde kapkaranlık bir ortamda kalmak, hiçbir şeyi görememek biraz içimin daralmasına neden oldu o kadar.

Lokantanın destekçisi Johnny Walker Black Label ile yaptığımız viski tadımı da tat ve koku alma duyularıma bir kez daha güvenmemi sağladı.

Bu viskinin gerçekten benzersiz tadı ve kokusunu gözlerim açıkken bu kadar alamıyordum.

Fransa’da görme engelliler örgütleri tarafından başlatılan ve desteklenen bu tür lokantalar, görmeyen insanların günlük yaşamda neler hissettiğini tam olarak anlayabilmemize yetmiyor elbette. Ama iki saatliğine de olsa onlarla aynı deneyimi yaşamak benim için gerçekten önemliydi.

Bence bütün belediye başkanlarımızı ikişer saatliğine böyle bir yere sokmalıyız ki, kentlerimiz engelli vatandaşlarımızın yaşamlarının önünde yeni engeller yaratmasın!

İyilik gördüğünde artmaz, kötülükte azalmaz

KAREN Barichievy’nin fotoğrafını The Times’ın ekinde gördüm. Sarışın, otuzlu yaşlarında, bakımlı, güler yüzlü ve bence gayet de güzel bir genç kadın.

Dikkatimin Karen’e kaymasının nedeni, fotoğrafının üstündeki başlıktı: “No sex and the city!”

Ünlü televizyon dizisine gönderme yapan bu başlığın altında da şu yazılıydı: “Araştırmalar kadınların yüzde 75’inin para için evlendiğini ortaya koyuyor.”

Karen, meğerse meslektaşımızmış, bu konudaki deneyimlerini yazmış.

İyi para kazanıyor diye otuzlu yaşlarda bir bankacı ile birlikte olmuş. Patek Philip’ler, Frank Müller’ler, Bentley’ler; kristal şampanyalar, Prada’lar, Armani’ler, Cartier’ler arasında yaşamış ve sonunda fark etmiş ki oğlan onu değil, işini seviyor!

Maldivler’in beyaz kumsallarında, gözleri Karen’in g-stringinde olacağına, Blackberry’den yağan e-postalarda!

Akşam 9.30’da dişini fırçalıyor, tumba yatak! Talihsiz Karencik bakmış ki olmuyor, oğlanı bırakmış.

“Parası için birlikte olduğunuz erkeklerin çoğu sizi değil, işlerini ve paralarını severler” diyor.

Karen şu sıralar evi darmadağınık, sigara tablaları ağzına kadar dolu, yatağını toplamayan, geç yatıp, geç kalkan bir çocukla birlikte ve çok mutlu olduğunu söylüyor.

Böylesinin parası da olmuyor haliyle!

Seneca’nın bir sözünü hatırladım bu öyküyü okurken: “Başlayan her şey biter!”

Her bitiş, yeni bir başlangıcı rasyonalize etmek için böyle bir hesaplaşmaya da yol açar.

Genç hanımlar bu nedenle Karen’in söylediklerini çok da ciddiye almasınlar.

Çünkü gerçek sevgi “iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde azalmayan” sevgidir.

Ben söylemedim, Yahya Kemal öyle söylemiş!