Bir Türk, İtalyan kılığına girince!
HÜRRİYET Ekonomi sayfasında Türk girişimcilerin çok ilginç başarı öyküleri yayımlanıyor.
Dün de Karadeniz Ereğlisi’nde küçük bir dükkándan yola çıkarak uluslararası zincir haline gelen bir kuyum firmasının öyküsü vardı.
Firmanın sahibi, İtalya’da küçük bir atölyeyi satın alarak yurtdışında büyüdüklerini anlatıyor.
Bu İtalyan firmasının ismini kullanarak prestij kazandıklarını ve uluslararası alanda kabul gördüklerini söylüyor.
Bir Türk firması, Türk sanatçılarının tasarımlarını kullanıyor, Türk işçisi çalıştırıyor ama uluslararası alanda kabul görebilmek için küçük bir İtalyan markasının arkasına saklanmak zorunda kalıyor.
Türkiye’den bir marka yaratmanın zorluklarını gösteren, çarpıcı bir örnek bu!
Çok başarılı bir Türk firmasının, İtalyan kılığına girerek karşılaştığı güçlükleri aşmakta gösterdiği yaratıcılığa bir itirazım yok.
Ama uluslararası alanda bu kadar olumsuz imajımız nereden kaynaklanıyor, düşünmek zorundayız.
Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını mı düşünmeliyiz?
Yoksa bir ülkenin diğer ülke halklarındaki algısını yaratan “küçük detaylar” mı sorun?
Bu farkı yaratan, kendine mahsus yarım yamalak demokrasisi mi? Başbakan’ının, Dışişleri bakanlarının eşlerinin uluslararası medyada yayımlanan türbanlı fotoğrafları mı? Öldürülen ve katilleri bulunamayan aydınların kaldırımlarda yatan cesetlerinin görüntüleri mi? Nobel Ödülü alan yazarına bile sevinemeyen bir halk olmamız mı? Turistlere yolunacak kaz muamelesi yapmamız mı? Futbol maçlarında birbirimize akıl almayacak şeyler yapmamız mı?
Hepsi mi, hiçbiri mi?
Yerel basında temizlik zamanı!
DÜN Hürriyet’in sürmanşetinde Bartın’da ortaya çıkarılan bir çeteyle ilgili haber vardı.
60 kişi olduğu belirtilen çetenin üyeleri arasında biri emniyet müdürü altı polis, bir astsubay, iki bankacı ve dört de gazeteci var.
Haberi okurken çete üyelerinin bu meslek durumuna bakıp dehşete kapıldığımı itiraf etmeliyim.
Bu kişilerin mesleklerinin bir ortak özelliği var: Kamu adına görev yapıyorlar ve görevlerinin gereği, halkın en çok güven duyması gereken insanlar.
Yani başına bir şey gelen vatandaşın, derdine çare bulmak için ilk önce başvurmayı düşüneceği kişiler bunlar.
Diğer mesleklerdeki kişilerle ilgili elbette her meslek grubu kendi özeleştirisini yapacaktır.
Ben yerel basın ile ilgili bazı şeyler söylemek istiyorum.
Anadolu’daki yerel gazete ve yayın kuruluşlarının çok büyük sıkıntılar içinde görevlerini yerine getirmekte olduğunu biliyoruz.
Maddi olanaksızlıklar, yerel güç odaklarının baskıları gibi önemli sorunlar bunlar.
Bir de yerel basın gücünün kötüye kullanılması var ki, bu örnekte de görüldüğü gibi giderek bir çeteleşmeye dönüşme istidadı gösteriyor.
Son yıllarda bana ulaştırılan yakınmalar arasında olumsuz haber tehdidiyle ilan toplamak, şirketler arasındaki rekabete parasal destek alarak müdahale etmek gibi affedilemeyecek suçlar var.
Yerel basın kuruluşlarının bu konuda çok dikkatli olmaları gerekiyor. İçlerinde bu tür uygulamaları geçim kapısı haline getirerek, gerçek gazetecilik yapmak isteyenlerle haksız rekabet edenlere karşı uyanık olmalı ve onları teşhir etmeliler.
Basın gücünü reklam almak için kullanmaya kalkanlar ulusal medyadan temizlendi, artıkları da bugün yarın temizlenecek. Şimdi temizlik sırası yerel basında!
Mecburiyetten yazdığım bir açıklama
HINCAL Ağabeyim (Uluç) geçenlerde kendisinden “Sabah Yazarı Hıncal Uluç” diye söz etmeme alındı. Beni “nankörlükle” suçladı. Yazısında biraz “yazar oldu, burnu büyüdü” havası da seziliyordu.
Hıncal Ağabeyimin (Uluç) bu yazısını okudum ve güldüm. “Her zamanki şakalarından biri” diye düşündüm. Ama gördüm ki bu yazıyı ciddiye alanlar da var, artık bir açıklama yapmam gerekiyor.
Dikkat etmişsinizdir, ben yazımda birisinden söz ederken adını, soyadını ve yaptığı işi ayrıntılı olarak yazarım. Başbakan da olsa böyle yaparım, herkesin tanıdığı bir film oyuncusu da olsa böyle yazarım.
Bunu ilk patronum Mehmet Ali Kışlalı’dan öğrendim. “Okuyucu, bulmaca çözmek zorunda değildir” derdi. Ayrıca “bunun o kişiye karşı saygılı olma zorunluluğumuzun bir gereği olduğunu” söylerdi.
Hıncal Ağabeyim (Uluç) de elbette çok tanınıyor ama olur da yine de bir bilmeyen vardır diye düşünmüştüm.
Yani yazar oldum diye burnum büyümüş değil. Ayrıca yazarlığım da yeni değil! 12 yıldır günlük köşe yazıyorum. Önce Posta’da, sonra Radikal’de, sonra Milliyet’te ve şimdi de Hürriyet’te. Haftalık yazılarımdan sayarsam da 25 yıl oluyor! İki tane de kitabım var.
Hıncal Ağabeyim, adımdaki “Y.”nin de yeni icat olduğunu yazmış.
Bir yayının künyesinde adım ilk çıktığında Hıncal Ağabeyimin adı da aynı künyedeydi.
32 yıl oluyor neredeyse.
Adımdaki “Yakup”un kısaltılmasının nedeni ise Yankı Dergisi’nin sayfa sekreteri Yalçın’ın (soyadını hatırlayamadığım için özür dilerim), tam ismimi çok uzun bulmasıydı. O yıllarda genç muhabirler “adımı şöyle yaz” deme lüksüne sahip değillerdi.
Bu konuyu soran herkese tek tek anlatmak yerine böyle toplu bir açıklama yaptım. Sizleri ne kadar ilgilendiriyor bilmiyorum. İlgilenmeyen okuyucular da kusuruma bakmasınlar lütfen.