Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Demode gazeteciler ülkesi Türkiye

AMERİKA’da gazetecilere verilen Pulitzer ödülleri ile ilgili haber, dün dünyanın dört bir yanında yayınlanan (Türk gazeteleri de dahil olmak üzere) hemen bütün gazetelerde “yolsuzlukların üzerine giden eski tarz gazeteciliğin zaferi” olarak yorumlanıyordu.

Anglosakson geleneğinde buna “watchdog journalism” adı veriliyor. Gazeteci “bekçi köpeği” olarak tanımlanıyor. Gazetecinin, kamu çıkarını kollamak için gözünü iktidar sahipleri ve iktidar kurumları üzerine dikmesi ve takipten bir an için bile vazgeçmemesini tanımlayan bir terim bu.

Ve elbette işe yaraması için demokratik bir toplum geleneğine ihtiyaç duyuyor.

Bakın ödül alan haberlere:

– New York Valisi’nin adının karıştığı seks skandalı.

– Maricopa şerifinin göçmenlere karşı yasadışı uygulamaları.

– Detroit Belediye Başkanı’nın evli yardımcısıyla yaşadığı aşk.

– ABD Ordusu’nun Pakistan ve Afganistan’da karşılaştığı zorluklar.

– Las Vegas’ta iş güvenliğinden yoksun oldukları için inşaat işçileri arasında artan ölüm oranları.

Türkiye’de yayımlanan gazetelerde öylesine bir tarama yapsak benzerlerinin yüzlercesine rastlayacağımız haberler bunlar.

Bazı kamu görevlilerinin aşk skandalları, yasaları hiçe sayan kamu görevlileri, Deniz Feneri türü yolsuzluklar, ülkenin yöneticilerinin çocuklarının aniden açılan iş şansları, bir karar ile değeri onlarca kat artan arsalar, Tuzla’daki işçi ölümleri, devlet yöneticilerinin üzerine kondukları hediyeler ve bunlara benzer yüzlerce haber!

Aradaki fark olayların Amerika’da yaşanmasıyla, Türkiye’de yaşanmasından ibaret!

Birinde gazetecilerin yazdıkları sonuç verirken ve ödüllendirilirken, diğerinde gazetecilerin çalıştıkları kurumlar sırf bu haberler için devletçe cezalandırılıyor.

Şurası çok açık ki bu bizler için “eski tarz gazetecilik” de sayılmıyor. Ya da şöyle söylemeliyim: Biz Türk gazetecileri “demode” olmanın cezasını çekiyoruz!

Ve bunun iyi bir şey olduğunu da eklemeliyim.

Sivil soruşturma yeterli olmaz

BEDRETTİN Dalan’ın başkanı olduğu İSTEK Vakfı’na ait olan bir arazide yapılan kazılarda ortaya çıkan silahların listesini gazetelerde okumuşsunuzdur.

Vakıf’tan yapılan açıklamada arazinin, askeri bölge içinde kaldığı için hiç kullanılamadığı belirtiliyor.

Gazetelerdeki haberlere göre de araziye girebilmek için askeri kontrol noktalarını geçmek gerekiyormuş.

Ele geçirilen silahlar, pazardan satın alınabilecek şeyler değil. Silahlı Kuvvetler’in envanterine kayıtlı olması gereken silahlar.

Ve anlaşıldığına göre o bölgede böyle bir kazı yapıp, silahları gömmek ve bunu o bölgedeki askeri birlik fark etmeden yapabilmek de mümkün değil.

Ve o silahlar oraya “hayır işi için” de gömülmüş olmamalı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın çok ciddi bir araştırma yapıp, bu işin nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini, silahların nasıl cephaneliklerden çıkartılabildiğini, askeri araziye nasıl gömülebildiğini açıklaması gerekiyor.

Bu sorun “savcılık zaten araştırıyor” denilerek geçiştirilebilecek bir durum değil, çünkü sivil savcıların ve emniyetin bu tür bir araştırmayı yaparken ne tür zorluklar ile karşılaşabileceğini hepimiz biliyoruz.

Bu işin hangi karanlık planın bir parçası olduğunu ve sorumlularını öğrenmek zorundayız.

Boğaz manzaralı kamu dairesi

İSTEK Vakfı arazisinde yapılan kazılar ile ilgili televizyon haberlerini izlerken bir şey dikkatimi çekti.

Aslında yıllardır gözümün önünde olan bir şeydi ama nedense bugüne kadar bakar, göremezmişim!

Kazının yapıldığı tepenin eteklerinde, İstanbul Boğazı’na “sıfır” mesafede bir çirkin beton bina var.

Meğerse burası Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait Kurtarma ve Sualtı Grup Komutanlığı imiş.

Binanın çok eski bir tarihte yapılmadığını hayal meyal hatırlıyorum.

Herkesin bildiği gibi Boğaziçi ön görünümünde böyle bir bina inşa etmek yasak!

Eğer Belediye Başkanı’nın akrabası, Başbakan’ın yakını filan değilseniz o binayı yapmaya kalkıştığınız anda kafanıza yıkarlar.

Boğaziçi ön görünüm bölgesinde, deniz kenarında olmadığı halde bu nedenle yıkılmış ve yarım bıraktırılmış yüzlerce bina var.

Ama iş orduya dayanınca belli ki yasalar sökmüyor. Tıpkı Boyacıköy’deki polis “eğitim” merkezinde de olduğu gibi!

Yasaları uygulamak, ülkenin yasal düzenini korumak durumunda olanların, sıra kendi kurumlarıyla ilgili meselelere gelince yasa filan dinlemediklerinin bir örneği bu.

Türkiye ölçeğinde binlerce örneği olduğuna da hiç kuşkum yok.

Demokrasimiz geliştikçe, devlet kurumlarının kendilerini her şeyin üzerinde görme alışkanlıklarından da kurtulacağız!