Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Dış güçleri suçlamanın dayanılmaz kolaylığı

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, PKK’nın arkasında kimlerin olduğunu bildiğini söyledi.

“Türkiye’nin gelişmesini istemeyen ve büyümesinden rahatsız olan güçler” PKK’yı taşeron olarak kullanıyorlarmış.
Gazeteciler bunun üzerine sordular: “Bu güçler kim?”
Çiçek şöyle yanıtladı: “40 yıldır gözümüzün önünde olup bitenlere bakıp hâlâ kimler olduğunu bilmiyorsak zaten büyük ayıp. Ama onların kim olduğunu biliyoruz, bilen biliyor. Onlar da kendilerini biliyorlar.”
Bizde kötü giden işler nedeniyle “dış güçleri” sorumlu tutmak yeni bir durum değil.
Kuşkusuz haklı yönleri de olabilir. Türkiye’yi karıştırmak isteyenler, Türkiye’nin çözemediği problemlerini kaşıyıp, yarayı derinleştirebilirler. Uygun ortamda maşalar kullanarak Türkiye’nin kendi dertleri ile boğuşmak zorunda kalmasına yol açabilirler.
Ama artık bu yeterli bir açıklama değil.
Demek ki “güçlü Türkiye”nin çözemediği bir mesele var ki dış güçler bunu kullanabiliyor!
O zaman bu nasıl bir “güç” ki en önemli sorununu çözemiyor diye sormak da gerek.
Öte yandan biliyorsunuz Türkiye, AKP hükümetinin iddiasına göre artık bölgenin lider ülkelerinden biri. Ama bu nasıl liderlikse “dış güçler” bizi istedikleri gibi karıştırabiliyorlar .
Bu nasıl bir liderlikse TBMM Başkanı bile Türkiye’yi karıştıran bu gücün kim olduğunu söyleyemiyor, “Bilen bilir, o da kendisini bilir” diyerek lafı yuvarlıyor.
Bu gücün kim olduğunu biliyorsak ve madem lider ülkeyiz neden korkuyoruz? Neden o dış güç her kimse “Yeter, ben de senin başına çorap örerim” diyemiyoruz?
Türkiye bu kadar aciz bir ülke mi ki, başına bu belayı saranların kimler olduğunu bildiği halde, bu konuda sert bir çıkış yapamıyor?
Çünkü ne yazık ki mesele TBMM Başkanı’nın söylediğinden daha derin ve karmaşık.
Sadece “dış güçler” ile açıklanamayacak bir durum.
Türkiye, yıllardır bu sorunu çözmeye çapı yetmeyen partiler ve kişiler tarafından yönetiliyor ve sorumluluğu “dış güçlere” atıp rahatlama kolaylığı, meselenin özünü görmeyi zorlaştırıyor.

Dallaras neden konuşmadı?

YORGO Dallaras’ın konserine çok istediğim halde gitme olanağım olmadı. Ancak konseri izleyen arkadaşlarımdan dinlediğim kadarıyla muazzam bir konser olmuş. Dört kere “bis” yapılmış, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası muhteşemmiş. Konserden sonra gazetelerde yazılanlarda ve twitter mesajlarında ilginç bir şey okudum.
Dallaras konserde hiç konuşmamış. Sahneye çıkmış, şarkılarını söylemiş, bir müzik ziyafeti vermiş ve konser sonunda da el sallayarak izleyicilerine veda edip çekilmiş.
Gazeteler “konuşmamasını” eleştiriyor. Sabah “Sözün bittiği yerde Dallaras’ın müziği vardı” başlığını atmış. Güzel bir başlık, güncel bir konuya gönderme yaparak Dallaras’ın konuşmadığını vurguluyor.
Bizim konser izleyicisinin ve bu arada gazetecilerin, bizim sanatçılarımız tarafından ne kadar yanlış eğitildiğini gösteren bir örnektir diye düşündüm, bunları okurken.
Daha önce bu köşede birkaç kere yazmıştım. Bizde konserlerde sanatçılar gereksiz uzun uzun konuşmalar yapma alışkanlığına sahipler. En meşhurları da her zaman en çok konuşan oluyor.
Konuşma yapmak ayrı bir iş. Şarkıcılıkla bir ilgisi olmadığı için de konuşma uzadıkça cümleler düşüyor, tuhaf fiilsiz, öznesiz cümleler ortaya çıkıyor.
Ben de bunu eleştiririm hep. Oraya konser izlemeye gidiliyor, konuşma dinlemeye değil.
Atina’da Madonna konseri izlemiştim, şarkıdan başka bir tek kez, bir tek yerde “F..k you Bush” diye seslendi, o kadar!
Tina Turner’ı Paris’te izlemiştim, ağzından şarkıdan başka bir ses çıkmadı. Bono gibi tribünlere oynayanlar hariç tabii!
Ve izleyici buna artık nasıl alıştırıldıysa, konserinde konuşmayan bir sanatçı ile karşılaşınca yadırgıyor.
Türkiye’de konser izleyeceksem, galiba benim de buna kendimi alıştırmam gerekecek ki bunun sonucu hiç konser izlememe kararı vermek de olabilir!

Süper adaletsizlik ligi

FUTBOL Federasyonu, bu sezondan itibaren lig şampiyonu ile Avrupa Kupaları’na katılacak takımları belirlemek için lig bitiminden sonra iki grupta 4’er takımlı play-off oynanmasına karar verdi.
Avrupa’nın gelişmiş futbol ülkelerinde benzeri olmayan bir uygulama.
Bu iyi bir yol olsaydı lig yayın ve gişe gelirleri bizimkinin çok üstünde olan İngiltere, İtalya, İspanya’da da yapılırdı. Böylece oynanacak maç sayısı artıyor.
Bunun ne işe yarayacağı açık: Şike soruşturması nedeniyle olası bir küme düşme yaşanırsa, bunun yayın haklarına sahip olan televizyon kanalını zor duruma düşürmesini önlemek.
Maç sayısı artacağı ve ikinci bir heyecan daha yaşanacağı için maçları televizyonlardan izleyenlerin sayısı artar, böylece ligin en önemli gelir kalemi tehlikeye girmemiş olur.
Ancak, bunun adaletli bir yol olmadığını söyleyebilirim.
Ligin ilk dört sırasındaki takımların normal sezonda aldıkları puanın ikiye bölünmesi, lig süresi içinde puan farkını açan takımların aleyhine olur.
Geçtiğimiz sezon şöyle bitmişti: Fenerbahçe ve Trabzonspor 82’şer puan, Bursaspor 61 puan, Gaziantepspor 59 puan.
Aynı statü bu puan durumunda uygulansa play-off maçları şu puanlarla başlayacaktı:
Fenerbahçe ve Trabzonspor 41’er puan, Bursaspor 31 puan, Gaziantepspor 30 puan.
İlk iki ile üçüncü arasındaki 21 puanlık fark 10 puana inecekti. İlk iki ile dördüncü arasındaki fark da 23 puandan, 11 puana inecekti. Neden ve bu nasıl bir adalet? Daha uzun ve yorucu bir maratonda alınan puanlar neden bu kadar değersiz olsun?
Avrupa Kupaları’na katılacak 4. takımın belirlenmesi ise bütün bu süreçler boyunca aldıkları puanlar çöpe atılarak, tarafsız sahadaki tek bir maça indirgeniyor. Adalet bunun neresinde?
Ve hiç kuşku yok ki bu karar bütün sezon boyunca zorla da olsa bir yerlere gelmeyi başaran Anadolu takımlarının aleyhine, İstanbul takımlarının lehine olacaktır.
Karar alınmış bir kere ama doğru olmadığını söylemek zorundayım.