Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

İhmal ‘Türklüğün kaderinde var’

MAKEDONYA’da Ohri Gölü’nde Bulgar turistleri gezdiren bir tur teknesi batmış ve çok sayıda turist bu kazada yaşamını yitirmişti.

Kazadan sonra tur teknelerinin yeterince denetlenmediğinin anlaşılması üzerine Makedonya Ulaştırma Bakanı’nın istifa ettiğini hatırlayalım. Antalya’da hepimize acı veren bir kaza oldu. Bir turist otobüsü dereye uçtu, 13 Rus turist ve tur rehberi ile otobüs sürücüsü iki Türk hayatını kaybetti.

Kazadan sonra ortaya çıkanlar şunlar:

Tur otobüslerinin şoförleri yeterince dinlenme olanağı bulamıyorlar. Rekabetin acımasızlığı, insanların yaşamına mal olacak kazalara neden olabiliyor.

Nitekim kaza sonrası takograf incelemeleri ortaya koyuyor ki otobüsü kullanan sürücü o gün sadece dört saat dinlenebilmiş.

Kazanın meydana geldiği köprüye iki şerit ve bir arıza şeridinden oluşan yol geliyor, köprü daralıyor ve köprüde arıza şeridi yok.

Kazadan sonra Karayolları görevlileri köprü girişine yolun daraldığını gösteren levhalar yerleştirmişler. Buradan anlıyoruz ki böyle bir işaretleme kaza öncesi yapılmamış.

Demek ki aslında kaza “Geliyorum” demiş.

Trafik polisleri görevlerini tam olarak yapmamışlar. Belli ki otobüs ve minibüslerdeki takograflar düzenli ve sıkı biçimde denetlenmiyor. Denetim olsa, dört saat dinlenmiş bir şoförün 18 saat sürecek yeni bir tura çıkması mümkün olmazdı.

Karayolları görevini tam olarak yapmamış. İşaretlemelerin yapılması için orada kaza olması mı gerekiyordu? Hiç kuşkusuz ki hayır, bu işaretleme kazadan önce yapılmış olsaydı, belki de kaza meydana gelmeyecekti.

Makedonya Ulaştırma Bakanı’nı örnek gösterip, ilgili bakanlar istifa etsin demeyeceğim. Desem de bunun bir yararının olmayacağını biliyorum çünkü. Ama bu kazadan bir ders alınacak mı, kuşkuluyum.

Ders alınmayacak çünkü ihmali olan kamu görevlileri hakkında herhangi bir işlem de yapılmayacak.

Böyle olduğu sürece de ihmaller sürecek, ahlar vahlar arasında yaşayıp öleceğiz.

Kim bilir, belki de bu “Türklüğün kaderinde var”!

Çifte standart mı, yoksa ‘korku’ mu?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan ve eşinin Brezilya-Arjantin-Şili gezisine çıkarken çekilmiş fotoğraflarında, Başbakan’ın eşinin kolundaki çanta dikkatimi çekti. Çanta lüks markaların ağababası sayılabilecek Louis Vuitton marka. İstanbul’daki mağazada 1590 liraya satılıyor. Çantanın sapına takılmış bir aksesuvar daha var. Top şeklinde iki tane “sallantı”. Bu da ayrıca satılıyor. İstanbul’daki mağazada satış fiyatı 690 lira.

Toplam 2 bin 280 liralık bir çanta. İçini göremediğim için cüzdanın markasını ve fiyatını bilemiyorum tabii. Ama olasılıkla o da Louis Vuitton olmalı. Aşağı yukarı çantanın yarısı kadar bir fiyatı vardır.

Meselenin “şıklık” kısmı beni ilgilendirmiyor, herkesin zevki kendine.

Doğrusunu isterseniz Başbakan’ın eşinin kaliteli ve şık giyinmesini isterim ve onaylarım. Gittiği yerlerde bu ülkeyi temsil ediyor ve pazardan alınmış çakma çantalar ile gezmesi hoş olmaz.

Zaten mesele de kimin, neyi, hangi paraya aldığı meselesi değildir. Çalışarak dürüstçe kazandığınız ve vergisini ödediğiniz paranızı istediğiniz yere harcayabilirsiniz, kimsenin buna söyleyeceği bir şey olamaz.

Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kurultayda giydiği 350 liralık Etro gömlek iki-üç gün medyamızı oyaladı. Dün baktım, hiçbir gazete çantanın fiyatına takılmamış.

Bu bir çifte standart meselesi mi, yoksa Başbakan’ın medyaya saldığı korkunun bir neticesi mi?

Mahkeme Yargıtay’ı dinlemezse

ERZİNCAN Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında açılan davanın, İstanbul’daki “Albay Dursun Çiçek hakkında açılan dava” ile birleştirilmesine yönelik Yargıtay kararı uygulanmıyor.

Yargıtay kararından 16 gün sonra dosya, Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Diyarbakır’daki özel yetkili mahkemeye gönderildi.

Aralarında MİT görevlilerinin, subayların ve Başsavcı Cihaner’in bulunduğu 14 sanık hakkında 30 günde bir yapılması gereken “tutukluluk halinin gözden geçirilmesi” işlemi de dosya mahkemeler arasında dolaşıp durduğu için yapılamıyor.

Bir mahkeme, üst yargı organının verdiği kararı dinlemiyor.

Sanıklar, bu nedenle en temel haklarını kullanamıyorlar.

Böyle bir şey “hukuk devletinde” kabul edilebilir mi?

Bizde oluyor çünkü artık “tutuklama”, bu tür davaların hepsinde açık bir cezalandırmaya dönüşmüş durumda.

Haklarındaki bütün deliller toplanmış, mevkileri nedeniyle kaçıp gitme olanakları da olmayan sanıklar, tutuklanıyor ve bu yolla cezalandırılıyorlar.

Çünkü o iddianamelerle kimsenin mahkûm edilebilmesi mümkün değil. Mahkûmiyet kararı çıksa bile bunun Yargıtay’dan, AİHM’den döneceği kesin.

Bu yüzden tutukluluk halinin devamını sağlamak amacıyla hukuk dinlenmiyor, kanunlar çiğneniyor.