O kadar üzüldüler ki çorapsız yattılar!
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Hrant Dink davasında verilen karar ile ilgili olarak “Kamuoyunun genel tepkisini görüyorum, rahatsızlıklar var. Temyize gidecek daha, beklemek gerek” dedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Temyiz bu karar noktasında çok daha farklı bir karar verebilir. Kamuoyu vicdanı rahat değil ama faille ilgili bundan başka karar verilemezdi” diyor.Hükümetin “vicdan işlerinden sorumlu Başbakan Yardımcısı” Bülent Arınç, “Mahkemenin kararları vicdanlarını tatmin etmemiştir” diyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, “mahkemenin örgüt yok demesi kabul edilemez” noktasında!
Adalet Bakanı Sadullah Ergin de temyiz sürecinin beklenmesini istiyor.
Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, “Avrupa’daki dostlar temyiz sürecini beklesinler” dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, “Bu cinayetin üzerini örtmek isteyen bazı mekanizmaların ne kadar direndiği ve ne kadar etkili olduğu konusunda ne yazık ki çok umut karartıcı bir gelişme oldu” diye konuştu.
Gördüğünüz gibi memleketimizi yönetenlerin konu hakkındaki fikirleri açıkça söylemeseler bile kararın yanlışlığına yönelik. “Temyizi bekleyelim” şeklinde ortak bir görüş de belirtiyorlar ki bu da zaten bu kararın Yargıtay aşamasında bozulacağına işaret etmeye yönelik. Elbette bu konuda Yargıtay’ı etkilemek istemiyorlardır ama bir beklentinin varlığı da su götürmez.
Bu dava sürecinde yaşadıklarımız ile bu sözleri birlikte düşündüğümde aklıma eskiden gençler arasında çok yaygın olan bir söz geliyor: “O kadar üzüldüm ki, üzüntümden çorapsız yattım!”
Acaba aslında üzülüyor mı, yoksa durum onu gerektirdiği için ‘vicdan mı yapıyorlar!’
Çünkü bu davanın bu şekilde sonuçlanmasının, varsa arka plandaki örgütleyicilerin ve teşvik edenlerin, cinayetin işlenmesine bilerek ve isteyerek göz yumanların ortaya çıkarılmasını sağlayabileceklerine inanıyorum! Cumhurbaşkanı devleti temsil ediyor, bir sorumluluğu yok diyelim. Ama diğerleri bu ülkeyi yönetiyorlar, icranın başında ve içindeler.
Onlar izin vermediği için Hrant Dink’in öldürüleceğine ilişkin istihbaratın neden değerlendirilmediğini öğrenemedik.
Onlar bu konuda ihmali ve sorumluluğu olanların soruşturulmasına izin verselerdi, belki de bu dava böyle bitmeyecekti. Olayın arkasında kimlerin bulunduğunu, hangi saik ile hareket ettiklerini öğrenebilecektik.
Hükümet bu izni vermediği gibi sorumlu olmaları ihtimali yüksek olan bürokratlar terfi bile ettiler, aralarında milletvekili yapılanlar bile oldu!
Ve şimdi çıkmış “temyizi bekleyelim” diyorlar! Beklesek ne olacak, beklemesek ne olacak, iş işten geçtikten, sorumlular yakayı sıyırdıktan sonra?
Böyle konuşmadan önce iki kere düşünün
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Hükümet ile restleşmiş durumdayız. Reste rest diyoruz” dedi.
Gazetecilerle bir sohbet toplantısı yapmış. “Hükümet bu politikaları nereye kadar sürdürecekse kendisi bilir. Bunları doğru biliyorsa yapsın. Ama bunların bedeli ağırdır ve Türkiye ağır bedeller ödeyecek” diye konuşuyor.
“Bahar ve yaz aylarının büyük çatışmalara gebe olduğunu” söylüyor.
Gazetelere yansıdığı kadarıyla bu konuşmada bir tehdit havası seziliyor.
Serbest seçimlerle TBMM’ye girmiş bir partinin liderinin yakınında bile durmaması gereken bir bakış bu.
Hükümetin seçimler öncesinde başlayan tutumunun demokratik siyaset yapma olanaklarını kısıtladığı da bir gerçek ama bununla mücadelenin yolu, siyasetin silah zeminine kayacağı tehdidini ortaya koymaktan geçmez.
Demokratik siyasetten yanaysanız, her şart altında ve sonuna kadar bunu savunmanız gerekir.
Demirtaş, her fırsatta Türkiye’nin bir parçası olduklarını, ayrılmayı akıllarından bile geçirmediklerini söylüyor ama “Türkiye ağır bedeller öder” diye tehditler savurmaktan da geri kalmıyor.
Türkiye böyle ağır bir bedel ödeyecekse, bu bedeli paylaşacaklar arasında kendi seçmenlerinin de bulunduğunu bile unutuyor.
Geçenlerde yazdım, bir daha hatırlatayım. BDP’liler Orhan Miroğlu’nun “Silahları Gömmek” isimli yeni yayımlanan kitabını bir okusunlar. Oradaki fikirleri paylaşmalarını beklemiyorum ama “silahlar” konusunda belki bir kez daha düşünme olanağı bulurlar.
Denktaş’ı saygıyla anarken
RAUF Denktaş’ı tanıdığımda mesleğe yeni başlamış çok genç bir gazeteciydim. İkinci Barış Harekâtı’ndan sanıyorum altı yedi ay kadar sonra bir grup gazeteci ile Kıbrıs’a gitmiştim. Yankı dergisindeki patronumuz Mehmet Ali Kışlalı, o geziye neden benim gibi mesleğe yeni başlamış birisini göndermişti bilemiyorum. Hâlâ da çözebilmiş değilim!
Ama o gezide benden çok büyük ve bugün artık hepsi emekli olmuş gazeteciler ile geçirdiğim 10 günün bana çok büyük katkısı olduğunu biliyorum.
Rauf Denktaş, karşılaşır karşılaşmaz seveceğiniz, anlattıklarının etkisi altına kolayca girebileceğiniz, hatta hayran olabileceğiniz bir kişilikti.
Babacandı, komplekssizdi, bütün dava adamları gibi kararlı ve ne istediğini bilen bir insandı.
Allah rahmet eylesin, sevenlerinin, yakınlarının başı sağ olsun, ölümüne gerçekten çok üzüldüğümü söylemeliyim.
Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türkler ile ortak bir memleketi ve yaşamı paylaşmaktaki gönülsüzlüklerini hepimizden iyi biliyordu. Bu konuda hiçbir zaman yanılmadı.
Ama şunu da belirtmeden geçemiyorum ki bugün ortada hâlâ çözülememiş bir Kıbrıs meselemiz varsa, onun mimarı da Rauf Denktaş’tan başkası değildi.
Bizim milletçe en büyük hatamız ölümünden sonra insanları putlaştırmak ile ilgilidir. “Ölenin arkasından kötü söz söylememek” gibi bir geleneğimiz var.
Ama Rauf Denktaş’ı hak ettiği şekilde saygı ile anarken yaptığı hataları da unutmamalıyız ki aynı şeyleri tekrarlayıp durmayalım.