Obama’nın ardından kafama takılanlar
ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama dün döndü ve halkın çektiği eziyet de böylece sona erdi.
Ben yurtdışındaydım, bu sayede “tedbirzedelerden” olmadım.
Bir yabancı devlet adamının güvenliği elbette bizim namusumuz sayılır, üzerine titremek gerekir. Ama bunun yolu halka eziyet çektirmekten mi geçer? Neden dünyanın medeni ülkelerinde böyle olmuyor da bizim gibi ülkelerde yer yerinden oynuyor?
Türk gazetelerinde yayımlanan haberleri ve yorumları dikkatle okudum.
Herkes Obama’dan çok memnun kalmış gibi görünüyor.
Dün Aydın Engin, www.tempo24.com.tr’deki yazısında şöyle soruyordu: “Obama’yı alkışladınız, öyleyse Hrant’ı niye öldürttünüz? Hrant’ın ölümüne giden yolun taşlarını niye döşediniz? Hrant’ın ölüme gittiğini bile bile niye seyirci kaldınız?”
Haklı ve yerinde bir soru, yanıtı da belli: Çünkü şimdi Obama’yı sevmek moda!
Kişisel olarak Obama ile bir sorunum yok. Daha yeni iş başına geldi, ne yapıp ne yapamayacağını gördükten sonra onunla ilgili yargılarımız daha doğru olacaktır.
Ama şunu soralım: Obama’nın mesajlarından nasıl herkes memnun olabiliyor? Bu acaba herkesin duymak istediği türden bir şeyler söylemesinden kaynaklanıyor olmasın?
Dün İstanbul’da küçük bir grup genç de Obama’yı protesto etti. Polis tarafından itilip kakıldılar, içlerinden gözaltına alınanlar oldu.
Obama’yı kendi ülkesinde bile protesto etmek serbest de neden bizim ülkemizde değil?
Gelecekte dünyadan saygı görecek bir ülke olmak istiyorsak, önce kendimize yönelik “oryantalist” bakışı bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Yani “Obama bizi seviyor” diye havalara da uçmamalıyız, Obama’yı protesto edenlere de hoşgörülü olmalıyız.
Ve en önemlisi, demokratik bir ülkede güvenliği sağlamanın yolunun kişisel özgürlükleri kısıtlamaktan geçmediğini öğrenmeliyiz.
Bu çadır nasıl ruhsat aldı?
İSTANBUL’daki bir gösteri merkezinin yandığını gazetelerde okudum.
Gazetelerdeki fotoğraflardan görüldüğüne göre “çadır” cayır cayır yanıp kül olmuş.
Şimdi herkes itfaiye gecikti mi, sabotaj var mı gibi konularla meşgul iken asıl sorulması gereken sorunun unutulmaması gerek: Bu çadıra ruhsatı kim verdi?
Halka açık bir “çadır” söz konusu! İçinde kalabalık izleyici gruplarının izlediği gösteriler düzenleniyor.
Böyle bir tesisin işletilmesine izin verilmesi için ruhsat alınması gerekiyor ve o işlem sırasında çadırın yangına dayanıklı olup olmadığını araştırmak ilk yapılacak işlerden biri olmalıydı.
Bunu kafamdan uydurmuyorum, Türkiye’de yasalar, yönetmelikler bunu gerektiriyor.
Fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla çadır tamamen yanmış. Demek ki yangına dayanıklılık ile ilgili temel bir sorunu varmış.
Aksi takdirde yangın içeride başlar, söndürülür ve çadırın örtüsü ayakta kalırdı.
Bir çadırın yangına dayanıklı olup olmadığını, ya da hangi derecedeki sıcaklığa kadar dayanıklılığa sahip olduğu, üretici sertifikasına bakarak anlamak mümkündür sanıyorum.
Çadırın yanışı sırasında içeride bir gösteri yapılmıyor olduğuna şükrederken bu meseleyi es geçmeyelim.
Bu ruhsat nasıl verildi? Verilirken izlenen prosedürlerde bir eksiklik mi vardı, yoksa geleneksel “adam sendecilik” alışkanlığı mı buna yol açtı?
Büyükşehir Belediyesi’nin bunu acilen öğrenip, açıklaması gerekiyor.
Rasmussen’e ’nur yağmasını’ anlayamadım
ESKİ Danimarka Başbakanı Rasmussen, sıradan ve yetersiz bir politikacıydı.
“Karikatür krizi” konusunda yangına körükle gitmesi bir yana ardından çıkan uluslararası sorunları yönetmekte de yetersizdi. Danimarka halkının da onun başbakanlığından çok da memnun olmadığını biliyoruz.
Böyle bir siyasetçinin, bir anda ABD ve Avrupa’nın gözdesi haline gelip, NATO Genel Sekreterliği’ne seçilmesi gerçekten kolayca anlaşılabilir bir durum değil.
Öte yandan bu olayda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başlangıçta birbirlerinin tamamen tersi konuşmalar yapmaları da üzerinde durulması gereken bir durum.
Sorun en temelinde Cumhurbaşkanı’nın Dışişleri Bakanlığı ile daha yakın çalışması ama buna karşılık Başbakan’ın kerameti kendinden menkul bir ekip ile dış ilişkileri yürütmeye çalışmasından kaynaklanıyor olmalı.
Büyük olasılıkla birinci gruptakiler ABD ve Avrupa’daki havayı daha iyi değerlendirebildiler ve önce itiraz edip sonra geri adım atmak zorunda kalmama stratejisini benimsediler.
İkinci gruptakiler de yeni bir “Davos Destanı” peşine düştüler ve her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Diplomasinin kolay öğrenilen bir meslek olmadığını da böylece hepimiz bir kez daha görmüş olduk.
Başbakan’ın “Rasmussen olmaz” fikrinden çark edişi, medyaya “Rasmussen özür dileyecek, Roj Tv kapatılacak” gerekçeleriyle yansıtıldı, ama onun da palavra olduğunun anlaşılması için iki gün yetti.
Bu Başbakan’a da, çevresinde kurduğu “alternatif dışişleri bakanlığına” bir ders olur umarım!