Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

SMS işaretleri alfabelere girer mi?

GEÇTİĞİMİZ cumartesi günü doğum günüm nedeniyle sanırım yüze yakın cep telefonu mesajı aldım. Yılbaşlarında, bayramlarda ve hatta kandil günlerinde de benzer bir cep telefonu mesajı bombardımanına uğruyorum.

Eskiden bunu çok tuhaf bulurdum, ama şimdi görüyorum ki bu çabuk haberleşme yöntemine ben de iyi ayak uydurmuşum. Geçen yıl iki-üç dakikamı alan bir kısa mesaj yazma sürem artık en fazla on-on beş saniye sürüyor.

Dün, New York Times’ın eski Pazar eklerinden birinde “SMS çılgınlığı” ile ilgili bir yazıya rastladım.

Yazar, SMS (kısa mesaj servisi) uygulamasının artık dünyanın yeni iletişim biçimi haline geldiğini anlatıyor.

Malezya’da SMS yollayarak boşanabiliyormuşsunuz örneğin. İngiltere’de sevgilinizden ayrılmak istediğinizde yollayacağınız mesaj kalıpları bile varmış. Küçük bir ücret ödeyerek bunları satın alabiliyor ve “eski” sevgilinize yollayabiliyormuşsunuz.

Ama dünyada SMS patlamasının en yoğun olduğu bölge ise Güneydoğu Asya imiş. En sık SMS kullanımı Singapur ve Filipinler’de… Çince, dünyada SMS kullanımına en uygun dilmiş. Çince’deki bazı rakamlar, birçok kelimeyle eşanlamlıymış. Örneğin “Seni seviyorum” demek için 520 yazmanız yeterli. Kızdığınızda ise 748 yazarak karşınızdakine “Geber!” diyebilirsiniz.

Bir de noktalama işaretlerini kullanarak yaratılan yüz ifadeleri var ki ben en çok onları seviyorum. Bu işaretlerle kızdığınızı, sevindiğinizi, güldüğünüzü, ağladığınızı kolayca ifade ediyorsunuz ve dünyanın her yerinde bu işaretler aynı anlama geliyor.

Önümüzdeki elli yıl içinde bu işaretler kullandığımız alfabeler içinde yerini alırsa ben hiç şaşırmayacağım. Çünkü bir süredir yazımı yazarken bu işaretleri kullanmak istediğimin farkındayım. Bir esprinin sonuna 🙂 işareti koymanın o cümleye televizyon dizilerindeki kahkaha efektlerine benzer bir destek verebileceğini düşünüyorum. Ya da başka işaretler. Kızdığınızda 🙁, üzüldüğünüzde :’-(, şaşkınlık geçirdiğinizde 😮 gibi.

Ne dersiniz? 😉

Muhalif olmanın dayanılmaz kolaylığı

GEÇENLERDE Ankara Ticaret Odası’nın “vize sorunu” ile ilgili olarak yayınladığı raporla ilgili bir haber gördüm. Konsolosluk kapılarında çekilen vize çilesi ne yazık ki artık bizler için alışılmış bir görüntü haline geldi.

Haberi okurken aklıma yine şu “çok konuşmak, az çalışmak” konusu takıldı.

Ankara Ticaret Odası, ülkemizin önde gelen sivil toplum örgütlerinden biri. Araştırmalar için harcayabileceği parası, uzmanları var. “Ticaret erbabını” bünyesinde bulunduran bir sivil toplum örgütü olması nedeniyle Avrupa Birliği nezdinde de önemli bir yere ve güce sahip olmalı. Böyle bir örgüt, üzerine raporlar hazırlattığı bir konuyla ilgili bugüne kadar ne yapmış diye kendime sormadan edemedim.

Kurumun başkanının gazetelere verdiği hamasi demeçlerden söz etmiyorum. AB ülkeleri nezdinde, üyelerine uygulanan vize prosedürlerinin kolaylaştırılması için kaç tane resmi müracaatta bulunduğunu merak ediyorum. Gerektiğinde uluslararası yargıya kadar da götürülebilecek girişimlerden söz ediyorum.

Bir de şunu merak ediyorum: ATO ya da bir başka benzeri kuruluş, kaç kere üyelerine “Vize alacağınız zaman konsolosluklara son dakikada, üstelik eksik belgelerle gitmeyin” dedi?

Bütün sorunumuzun esasen bu olduğunu düşünüyorum: “Muhalif olmak” bize yetiyor. Hoşlanmadığımız bir durumla ilgili demeç vererek, sorunlarımızı çözebileceğimizi zannediyoruz. Sorunu gerçekten aşmak için akıl ve çalışma gerekiyor ama bu zor yolu tercih etmiyoruz. Çünkü hoşlanmadığımız bir şeyi düzeltmek için çabalamak yerine, ona “karşı olmak” bize daha kolay geliyor.

Filistin üzerinden iç politika!

FİLİSTİN’de on yıl aradan sonra yeni seçilen Ulusal Meclis yemin töreninden sonra cumartesi günü görevine başladı. Filistin Devlet Başkanı Abbas, yemin töreninde seçimin galibi HAMAS’a, İsrail ile imzalanan anlaşmalara saygı gösterme ve barış görüşmelerini sürdürme çağrısı yaptı.

HAMAS sözcüsü Ebu Zuhri, Abbas’ın bu çağrısını olumsuz yanıtladı ve “İsrail ile görüşmeyi reddediyoruz” dedi.

Törenin böyle geçmesi benim için hiç sürpriz olmadı. Ortadoğu sorunuyla azıcık ilgilenen herkes HAMAS’ın konuyla ilgili tutumunu, sadece seçim kazandı diye bu tutumun iki günde değişmeyeceğini biliyor olmalı. Ancak aramızda bunu bilmeyenler de var ve o “bilmeyenlerin” Türk dış politikasına yön veriyor olmaları bana bir tür “siyasi parodi” gibi geliyor.

Hatırlayacaksınız, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, masrafları Türk Dışişleri tarafından ödenen “gayri resmi” gezide HAMAS Siyasi Büro Şefi’ne, Abbas’ın söylediklerinin aynısını söylemişti. Meşal’in ne yanıt verdiği gazetelere yansımadı ama o yanıtın ne olduğunu Ebu Zuhri’nin konuşmasından çıkarmak kolay.

Bu durumda şunu sormak istiyorum: Bu gezinin yapılması, söz konusu mesajı iletmek için kaçınılmaz mıydı?

HAMAS’a ille bir mesaj verilecekse, bu mesajı neden Türkiye’nin Kudüs’teki konsolosu iletmedi?

Türkiye’nin dış politikasını yönlendiren danışmanların amacı acaba neydi? HAMAS üzerinden Türkiye’de iç politika yapmak mı?