Tek suçlu bina sahipleri değil
HAFTA sonunda gazetelerde İstanbul’daki sel felaketinin yeni bir sonucu vardı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ayamama Deresi’nin yatağına yapılmış yüzlerce binayı yıkmaya karar vermiş!
Gazetede yıkılacak binaları gösteren bir fotoğraf da vardı. Dikkatle inceledim, çoğu her gün önünden gelip geçtiğim binalar.
TEM otoyolunun henüz tek şeridi açıkken yani 1991’den beri hep o yolu kullanıyorum.
Bu binalar bir günde yapılmadı. Çoğunluğu da son on sene içinde yapıldı.
Bugün yıkma kararını veren belediyeyi de bugünkü yıkım kararını verenler yönetiyordu.
Değerleri minimum 40 milyon dolar olan binalar şimdi yıkılacak.
Belediyenin aklı o binalar yapılırken neredeydi? O binalara su, elektrik bağlanırken, inşaat izinleri verilirken “Bizim belediyeye de bir makam otomobili, iki de çöp kamyonu bağışla” diyenler şimdi nerelerde?
Sel felaketini önleyecekse o binalar elbette yıkılmalı.
O binalarda ruhsata aykırı işler yapıldıysa elbette cezalandırılmalı.
Ama belediyenin gözünün önünde hatta izniyle yapılan ve milyonlarca dolara mal olan o binaların tek sorumlusu sahipleri midir?
Binaların sahipleri, binaları yıkılırsa bunun cezasını da çekmiş olacaklar.
Peki, o binalar yapılırken başlarını ters tarafa çevirenler ne olacak? Onların hiç mi sorumluluğu yok?
O kişilerin kimler olduğunu araştırıp bulmayacak mıyız? Bu binaların nasıl görmezden gelindiğini öğrenmeyecek miyiz?
Memurlara kıymayın efendiler!
OKULU bitirdiğimizden beri devlette çalışan bir arkadaşım geçen gün “Sana vasiyetimdir, yakında kalpten ölürsem sorumlusu Maliye bürokratlarıdır, peşlerini bırakma” dedi.
“Aydın Doğan gibi Başbakan’ın hışmına mı uğradın” diye sordum, değilmiş.
Onun sorunu kısılmak istenen sağlık harcamalarından kaynaklanıyor.
Mesele, hükümetin sağlık harcamalarından tasarruf etme kararından kaynaklanıyor.
Buna göre kolesterol ilacı alan memurlar, eğer kanlarındaki kolesterol değeri 100’ün altındaysa, ilaçlarını kendi paraları ile alacaklarmış.
Memurun kolesterol ilacının parasını kendi cebinden ödememesini sağlayacak şey her zaman kanındaki kolesterol değerini 100’ün üstünde tutmasıymış.
Kolesterol sorunum yok ama Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’nun yazdıklarını hep dikkatle okurum.
O yazılardan öğrendiğime göre düzenli ilaç kullanarak bu oranı düşük seviyede tutmak mümkün.
Ama ilacı kesince bir süre sonra değerler yeniden yükseliyor, kalp krizine de yol açabilecek sorunlara zemin hazırlanıyor.
Düzenli ilaç kullandığı için kan değerleri normal çıkan memurun, bu durumda yeni alacağı ilacı kendi cebinden ödemesi gerekiyor.
Bunu yapabilecek durumda değilse (ki yapabilmesi için memur maaşlarına çok kuvvetli bir zam gerekir), önündeki seçenek belli: İlacı kullanmayı bir süre kesmek, kan değerinin bozulmasını beklemek ve ilacı sonra almak.
Bu arada hakkın rahmetine kavuşanlar için Maliye Bakanlığı mevlit okutur mu bilemiyorum!
Ankara’da bir odada oturup, “O harcamayı kes, bunu kıs” diye emir verme yetkisinde olanların, alacakları kararları önceden konunun uzmanlarıyla konuşma
alışkanlıklarını geliştirmelerinde yarar var!
Futbolu ciddiye almak
GALATASARAY Başkanı Adnan Polat geçtiğimiz hafta Türkiye’de futbolun çok fazla ciddiye alındığını söyledi.
Katılmamak mümkün değil. Bu işi o kadar ciddiye alıyoruz ki artık suyunu çıkarma noktasını da biraz geçmiş bulunuyoruz.
Adnan Polat’ın bu sözünü hatırlamama neden olan şey pazar akşamı televizyondan seyrettiğim Galatasaray-Trabzonspor maçındaki bir tablo oldu.
İki kulübün başkanları, Adnan Polat ve Sadri Şener maçı yan yana izlediler, medeni bir görüntüydü.
Her ikisi de özel hayatlarında son derece renkli ve esprili kişilerdir, oturup sohbet etseniz arkadaşlıklarına doyamazsınız.
Üstelik her ikisi de çok eski yıllara dayanan yakın arkadaştırlar, futbol dışında da ortak çok yönleri vardır.
Ama ikisi de maçı öyle bir ciddiyetle izliyorlardı ki o sırada maç oynandığını bilmeyen birisine o fotoğrafı göstersek, “Bu beyler kuantum fiziği üzerine bir seminer izliyorlar” yanıtını alabilirdik.
“Futbolu çok ciddiye almamaya” başlamamız gerek. Başkanlardan başlayarak!