Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Yargı reformu bunları kapsamıyor!

VAKİT Gazetesi, 2006 yılının ekim ve kasım aylarında Aydın Doğan’a yönelik olarak tam 12 kez hakaretamiz yayın yaptı.

Bunun üzerine Doğan’ın avukatlarının başvurusu üzerine İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, Vakit Gazetesi’nin “Aydın Doğan ile ilgili hakaretamiz yayınlar yapmasını önleyen” bir ihtiyati tedbir kararı verdi.

Karar 27 Kasım 2006 tarihinde gazete sorumlu müdürüne ve sahibine tebliğ edildi.

Tedbir kararı devam ederken aynı gazetenin aynı içerikte yayınlar yapması üzerine tedbir kararına muhalefet edildiği iddiası ile suç duyurusunda bulunuldu. Ve gazetenin sorumluları Nuri Aykon ve Ahmet Can Karahasanoğlu aleyhine dava açıldı. 

Yargılama sırasında sorumlu müdürün duruşmada dinlenebilmesi 26.12.2008 tarihinde mümkün olabildi.

29.06.2009 günlü duruşmada “davetiye ile gelmeyen Nuri Aykon’un son kez zorla getirilme kararı ile çağrılmasına” karar verildi. Kararı takan olmadı. 2 Kasım 2009 tarihinde yasaya aykırı bir biçimde yine aynı karar verildi ve nihayet 9 Aralık 2009 tarihinde yakalama emri çıkarılmasına karar verildi. Bu karar aynı tarihte İnfaz Savcılığı’na da bildirildi.

9 Mart 2010 tarihindeki duruşmaya bırakın sanığı, avukatı bile katılma gereğini görmedi.

“Sanık Nuri Aykon’un yakalama emrinin beklenmesine”, müdafinin mazeretinin kabulüne, duruşma gününün de kendisine tebliğ edilmesine, “iş yükü nazara alınarak duruşmanın 11 Haziran 2010 tarihine bırakılmasına” karar verildi.

Benim yazarken, sizin okurken içinizi bayan bu durum, yargı reformunun kapsamına giriyor mu?

Hiç kuşkunuz olmasın ki girmiyor.

Bir tarafta ne ile suçlandıklarını bile bilmeden bir yıldır hapiste yatan gazeteciler var, diğer tarafta mahkemeye ifade vermek için bile gelmeye tenezzül etmeyen ve polis tarafından bir türlü bulunamayan bir “gazete sahibi”.

Yargıda bir reform yapılacaksa, başlanması gereken yer burası olmalı: Hızlı, adil, eşit yargılama!

Dünya basın literatürüne Türk katkısı

HÜKÜMETİN her yaptığını, her söylediğini “bravo” diye alkışlamak için birbiriyle yarışan gazete ve televizyonlara “yandaş medya” adını kim taktı, bilemiyorum.
Öyle görünüyor ki bu kavram, kendisine uluslararası literatürde de yer buldu.

ABD Dışişleri Bakanlığı her yıl bu tarihlerde insan hakları raporu yayımlıyor. Bu uygulama, “terzinin kendi söküğünü dikememesi” durumuna da benzemekle birlikte dünyadaki insan hakları ihlallerini, özgürlüklerin kullanımını belgeliyor.

2009 yılı ile ilgili rapor da geçenlerde açıklandı ve Türkiye’deki insan hakları ihlalleri de tam 47 sayfada kendisine yer buldu.

Raporda Türkiye’deki basın özgürlüklerinin kullanımında karşılaşılan güçlüklere de ayrıntılı olarak yer verilmiş.

Bununla ilgili haberi gazetelerde okumuşsunuzdur, o kısmını geçiyorum. Raporda ilgimi çeken Ergenekon Davası ile ilgili gelişmelerin yer aldığı bölümdeki bir ifade oldu.

“Yandaş medya” kavramı ilk kez bir uluslararası raporda kullanılıyor.

“Press supportive of the government” şekline girerek!

Geçen yılki raporda bu yönde bir ifade yoktu.

Bu bölümde başka bir cümlede Ergenekon’daki bazı uygulamaları eleştirenleri anlatırken muhalefet politikacılarının yanı sıra “members of the press” (basın mensupları) diye bir ikinci grup gazeteciden de söz ediliyor.

Yani Türk basını, ABD Dışişleri Bakanlığı raporunda “members of the press” (basın mensupları) ile “members of the press supportive of the government” (hükümeti destekleyen basın mensupları) diye ikiye ayrılıyor.

Böylece dünya gazetecilik literatürüne bir kavram da biz sokmuş oluyoruz: “Yandaşlar” ve “gazeteciler” diye!

Deniz Feneri soruşturması ne oldu?

ALMANYA’da Deniz Feneri e. V. isimli derneğin topladığı yardım paralarının “yolsuzluk kurbanı” olduğunu Türkiye, 2008 yılının Eylül ayında, konuyla ilgili dava başlayınca öğrendi.

Frankfurt Mahkemesi’nde görülen davada 18 milyon Euro tutarındaki yardım parasının amaç dışı kullanıldığı belirlendi ve ilgili kişiler mahkûm edildi.

Söz konusu olay, Türk işçilerden toplanan yardım paralarının, yine bazı Türkler tarafından “çalınmasından” başka bir şey değildir.

Türkiye’de kamuoyundan yükselen tepki üzerine Ankara’da bununla ilgili bir soruşturma başlatıldı.

Büyük bir gizlilik içinde sürdürüldüğünü biliyoruz.

Normal olan budur zaten, çünkü soruşturma aşaması gizlidir biliyorsunuz.

Ama Türkiye’de “gizlilik kuralına riayet edilen” tek soruşturmanın da bu Deniz Feneri soruşturması olduğunu söylememizde bir sakınca yok.

Söz konusu mahkûmiyet kararının verilmesinin üzerinden tam 1,5 yıl geçmiş bulunuyor.

Ve burada hâlâ açılan bir dava yok, soygun paralarından kimlerin ziftlendiğini hâlâ bilmiyoruz.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmanın ne durumda olduğunu açıklasa da meraktan kurtulsak diyorum!