MİLLİYET

Açılmamış kapılar…

 Çalışma yaşamım boyunca ne kadar oda değiştirmek zorunda kaldığımı hatırlamıyorum. Kaba bir hesapla yirmiye yakın olmalı.. Demek ki her 18 ayda bir oda!
Perşembe günü de Doğan Medya Center’daki altıncı odama taşındım. On yılda altı oda! Şimdi Hakkı Devrim’in tabiriyle “Tanrılara daha yakınım”!

O, bizim binanın beşinci katındaki odalar için böyle söyler..
Ve hayatımda ilk defa, bir odadan bir başkasına aniden taşınmak zorunda kalmadım.
Bizim gazetelerde bu oda değişiklikleri biraz “hızlı” olur. Sabah işe gelirsiniz, bir de bakarsınız ki karşınızda bina müdürü: “Sizin odayı taşıyacağız!”
“Ne zaman?” diye sormak gereksizdir, çünkü zaten o işler çoktan başlamış olur.

Zamanı gelecek samanlar
Bu kez “zamanım” olduğu için her kitabı, çekmecelerde birikmiş her kâğıdı, dosyaların arasına sıkışmış her raporu bir kez daha elden geçirdim.
Sonuç: İki odayı daha dolduracak kadar çok atılacak malzeme çıktı!
Bir gazetecinin çok eşyası olmaması gerektiğine inanırım.
Masanın üzerindeki birkaç fotoğraf, çekmecelere saklanmış birkaç özel eşya, bir bilgisayar (eskiden daktiloydu bu), her zaman başvurulan birkaç kitap ve Ana Britannica!
Bunlar adam olana yeter de artar bile..
Ama küçüklüğünden itibaren tasarruf etmenin, zamanı gelecek samanı saklamanın bir erdem olduğunu dinleyerek büyüyen bizim kuşak için her şeyin bir değerinin olduğu da bir gerçek..
Ne zaman kullanılacağı bilinmeyen boş dosyalar, koca zarflar, kullanılamayacak kadar çok sayıda kalem, defterler, ileride lazım olur belki diyerek tutulmuş kırtasiye malzemeleri..
Bunlarla vedalaşmam çok zor olmadı.

Öyle şeyler var ki…
Ama öyle şeyler de çıktı ki, onlar yine dönüp dolaşıp çekmecelerin içindeki yerlerini aldılar.
Bazı okuyucu mektupları (gerçi artık daha çok e-posta geliyor), gazeteci arkadaşlarla değişik yerlerde çekilmiş fotoğraflar, hakkımda orada burada yazılmış yazıların kesikleri, cenazelerine katıldığım gazeteci arkadaşlarımın yakalarımıza astığımız fotoğrafları…
Çoğunun varlığını çoktan unuttuğum bir sürü ıvır zıvır!

Bir film şeridi gibi
Hayatımın bir bölümünün bir film şeridi halinde yeniden gözümün önünden akıp gitmesini sağladı bunlar.
Kendileri küçük ve değersiz şeylerdi belki ama ruhumun derinliklerinde hepsine ayrılmış özel bir oda olduğunu fark etmem için onların varlığından yeniden haberdar olmam gerekirmiş meğerse..
Gerçekten yaşanmış bir hayatın ölçüsü de bu olmalı belki..
Aradan yıllar geçtikten sonra gördüğün bir küçük kâğıt parçasının sende çağrıştırdıklarının gerçekten hatırlanmaya değer bir şey olması…
(Bir defterden koparılmış bir sayfa buldum mesela, yazmayı yeni öğrenmiş bir küçük kızın, Yasemin’in kargacık burgacık harflerle yazıp imzaladığı: “Ben asla evlenip seni terk etmem” yazılı üzerinde. Artık 17 yaşında ve sanırım bu kâğıdı ortaya çıkaracağım günler de artık çok uzak değil!)

İki kökeni var hüznüniyetinin
Bütün bunlara bakarken kaçınılmaz son gün geldikten sonra aynı işi benim adıma başkalarının yapacağı da takıldı aklıma.
Ne kadar büyük bir haksızlık olur diye düşündüm.
Benim için ne kadar önem taşıdığını asla bilemeyecekleri kâğıtları, notları, kaldırıp bir kenara atıverecekler..
İşte gerçek ölüm de bu olur gibi geliyor bana..
Ve bir Cemal Süreya şiiri takılıyor dilime nedense:
“Anılar hep sonbaharda gibidir / astrakan gecede / süt yıldızlar
“Belleğinin yerini tutar kadehindeki / Taşlar taş kemerler / İvedi sarmaşıklar
“Hayatını sarsan binbir andan / adlarını yıllara / veren yargıç krallar
“Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir / Bir kez girilmiş sokaklar/Açılmamış kapılar
“Bilir misin iki kökeni var hüznüniyetinin: / çiçek durumu aşklar / yaprak düzeni siyasalar..”