Gazetedeki arkadaşlarımdan birisi geçen hafta yazdığım Anna Karenina ile ilgili yazıdan sonra bana şöyle dedi: “Eski romanları okuyunca kafam karışıyor. Sadece benim değil, bütün kızların kafası karışıyor. Romanlarda anlatılan aşklar, gerçek hayattakine hiç benzemiyor. Romanlardaki duyarlı erkeklerin hiçbirisi gerçek hayatta yok. Pembe dizilerdeki aşklar da öyle.. Bütün gün dizilerdeki romantik erkekleri izleyen kadınlar, akşam olup da gerçek erkekleriyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğruyorlar. Acaba en doğrusu bu romanları hiç okumamak mı diye düşünüyorum.”
La Rochefoucauld, aşk romanları olmasa aşkın bilinemeyeceğini söylüyor. Bunu şiir ve çağımızın en önemli sanatı sinema için de söyleyebiliriz. İnsan ruhunu kavramaya ve anlatmaya çalışan sanat ürünleri olmasaydı, saf aşkın ne olduğunu, ne olması gerektiğini hiçbir zaman bilemeyecektik.
Farklılığın nedeni…
Evrenin kendine özgü düzeni (ilahi düzeni de diyebilirsiniz) insanı var olanın, gerçeğin içinde tutsak eder. Bunun dışına çıkmak ancak ve ancak insanın zihninde başarabileceği bir şeydir. Bu gerçekliğin dışına çıkmaktır ve insanın evrenin tekdüzeliğinden kaçışı anlamına gelir…
Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak da sanatın başladığı nokta oluyor…
Romanlarda yapılmaya çalışılan da budur. “Roman gerçeği” ile “gerçek hayat gerçeği”nin farklılığının nedeni de…
“Yabani insan” ile günümüzün modern insanını ayıran temel şey bizim dışımızdaki evreni kendi bakış açımıza göre düzenlememizdir. Yabani insanın bir “görüşü” yoktu… O doğar, büyür, avlanır, yer, içer, üredikten sonra yaşlanır ve ölürdü…
Ne zaman ki Atina diye bir yerde zeytin gölgeliklerinde, mermer sütunlarla çevrilmiş verandalarda bazı insanlar yaşamın özü üzerine sorular sormaya başladılar, işte o zaman her şey değişti.. Felsefe ve bilim dünya yüzüne geldi.
Sorulan sorulara verilen her yanıt, yeni bir sorunun da sorulmasıyla sonuçlandı. İnsan “gerçek yaşamı”nın dışına çıktı ve “ideal” olanın ne olduğunu anlamaya çalıştı…
‘Gerçek hayat gerçeği’
Romanlarda sanatçıların yapmaya çalıştığı da budur… Yaşamın çıplak gerçeklerini yazarın kendi zihninde yeni bir düzene sokması, idealize etmesi ve yeni bir gerçeklik yaratması…
Önceki gece İstanbul’da yaşanan bir intihar olayı bana bunları düşündürttü. “Bir daha gece sokağa çıkmayacağım, seni ve çocuklarımı ihmal etmeyeceğim” diyen bir kocanın intihardan caydırdığı kadın, adam bir saat sonra verdiği bütün sözleri unutup dışarı çıkınca balkondan atladı ve öldü.
Anlattığım olay bir roman olmadığı için bu denli çıplak ve çirkin bir şekilde karşımızda duran bir “gerçek hayat gerçeği”.
Bu bir roman gerçeği olsaydı Anna Karenina’nın trenin altına kendini bıraktığı bir öykü olabilirdi… Ya da Zengin ve Yoksul’daki gibi adam verdiği sözü tutmakla kalmayacak, bir de üstüne karısına kendisini affetmesi için tek taş bir pırlanta yüzük alacaktı…
Edgar Morin, “Aşk, Şiir, Bilgelik” isimli kitabında (Om Yayınları, Çeviren: Haldun Bayrı) edebiyatın bir katalizör olarak aşkı görülür, hissedilir ve etkin kıldığını söylüyor. “Aşk, hem sözden önce gelir, hem sözden ileri gelir” diyor.
Aşk romanları bunun için yazılıyor ve bunun için de okunmalı…
