David Kessler anlatıyor: Bir gece geç saatlerde, ölümcül hastaların bakıldığı bir bakımevinde bir adamla konuşuyordum. Adam ALS hastasıydı. “Sizin için bu deneyimin en zor yanı nedir?” diye sordum. “Hastaneye yatırılmak mı, hastalık mı?”
“Hayır” diye yanıtladı. “En zor yanı herkesin beni geçmiş zamanda görmesi. Bir zamanlar var olan bir şey gibi. Bedenimde ne olup biterse bitsin fark etmez, ben yine de bütün bir insan olacağım. Tanımlanamaz ve değişmeyen bir parçam var, kaybetmeyeceğim ve yaşla ya da hastalıkla yok olmayacak olan parçam. Kendimin sıkıca tutunduğum bir parçası bu. İşte, olduğum ve her zaman olacağım kişi bu.” (Elisabeth Kübler-Ross & David Kessler, Yaşam Dersleri, Ege Meta Yayınları, Çeviren: Sezer Soner.)
Çıplak kişilikler…
Hepimiz bu hayatta “bir şey” olarak tanımlanıyoruz. Anne, baba, eş, sevgili, ögretmen, doktor, gazeteci, hasta vs…
Ama gerçek “biz” ancak bu rollerden sıyrılabildiğimiz zaman ortaya çıkıyor. Kim olduğumuzu o zaman anlıyoruz… Kessler’in hastanede konuştuğu adam gibi…
Karşımızdaki de bunu ancak o zaman anlayabiliyor. Onun için daha önce başka roller altında tanıdığımız insanlar hakkında kafamızda yarattığımız “kişilik”, o insanla bütün bu toplumsal rollerden sıyrılıp, konuşabildiğimizde değişiyor. Çoğu kez o zarfın altından bambaşka bir insanın çıktığına tanık oluyor ve buna da çok şaşırabiliyoruz.
Gasset buna “kökten gerçeklik” diyor, “Kökten gerçeklik olarak insan yaşamı ancak herkesin kendisininkidir.”
Kendi yaşamımızda karşılaştığımız şeyler, hissettiklerimiz, tutumlarımız “bize aitötir… Bunu biliriz, dişimiz ağrıyorsa onun ne demek olduğunu biliriz. Ama başka birisi söz konusu olduğunda da onun gerçekleri, ona ait gerçeklerdir. Dişi ağrıyan bir arkadaşımızın hareketlerinden, sözlerinden dişinin ağrıdığını öğrenebiliriz. Ama asla onun hissettiklerini anlayamayız. Hatta, “dişim ağrıyor” dediğinde, gerçekten doğru söyleyip söylemediğini bile bilemeyiz…
‘Aşkı senden çok seviyorum’
Bunları neden anlatıyorum?
Geçen gün çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Üzgündü. Sevgilisinden ayrıldığını söylüyordu. “Onu seviyor muydun?” diye sordum, “Evet, hem de çok” yanıtını verdi. “O seni sevmiyor muydu?” diye sordum bu kez… “Seviyordu, ama benim kadar değil” dedi…
Sohbetimizin sonunda şuna karar verdim: Aslında kız da arkadaşımı seviyordu, ama arkadaşım onun sevgisinin kendisininkinden az olduğuna olan inancıyla, ilişkiyi mahvetmek için ne gerekiyorsa yapmıştı… Arkadaşım tıpkı şarkıdaki gibi aşkı, sevgilisinden daha çok sevmeye yönelmiş ve “Neler oluyor bize?” diye söylenmeye başlamıştı: Ben aşkı artık senden çok seviyorum!
Herkes kendini bilir
Roland Barthes, “Bir aşk söyleminden parçalaröda (Metis Yayınları, Çeviren: Tahsin Yücel) bu durumu “kaygı” başlığıyla ele alıyor. Genç Werther ile Charlotte’un ilişkisinde bunun izlerini sürüyor: “Aşık özne, rastlantıya göre bir tehlike, bir bırakılma, bir değişme korkusuna kapılır.”
Bu giderek bir yıkıma dönüşür. “(Aşık) Öznenin, aşk durumunu kesin bir çıkmaz, hiçbir zaman içinden çıkamayacağı bir tuzak gibi algılayarak kendini tam bir yokoluşa götürdüğü şiddetli bunalım” olarak tanımlıyor, bu yıkımı..
Bir kere bu yola girildi mi, yolun sonunda sadece iki üzgün insan kalıyor, tıpkı arkadaşım ve tanımadığım sevgilisi gibi…
Yaşamımızın “kökten gerçeği” bu ve bunu herkes sadece kendisi biliyor!