MİLLİYET

Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında!

 Geçen gün internette bir konuyu ararken nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bir makaleye takıldım.
Makalenin anlayabildiğim tek bölümü şu oldu: “Cambridge Üniversitesi Astronomi Enstitüsü’nden sağlanan 6.571 derece karelik alan içindeki 10 bin 342 yıldız kullanılarak Galaksi’mize ait yeni model parametreleri tayin edilmiştir.”

Makale İstanbul Üniversitesi’nden iki (S. Karaali ve S. Bilir), Cambridge Üniversitesi’nden bir (G. Gilmore) bilim adamı tarafından ortaklaşa yazılmış.
O cümledeki “10 bin 342 yıldız” ifadesi beni Bağcılar’ın sivri minarelerle çevrelenmiş “anarşik doğasından” alıp uzayın sonsuzluklarına doğru çıkardı..
Sanırım sadece ilk cümlesini anlayabildiğim bir makaleyi okumaya çalışmaya yarım saatimi ayırmış olmamın başka bir açıklaması da yok.

Başka canlılar var..
Ne zaman yıldızlı bir gecede gözümü yukarı çevirsem, içimden yükselen heyecana engel olamam.
Görüş alanıma giren yıldızların, içinde bulunduğumuz galaksinin sadece küçük bir parçası olduğunu da bilirim..
Oralarda, çok uzaklarda milyonlarca yıldız içinde bizimkine benzeyen bir güneş mutlaka var ve orada bizimkine benzeyen bir dünyada bizlere benzeyen başka canlılar var!
Ve bir kapsülün içine girip binlerce mil hızla o yıldızlara doğru uzaya çıkan astronotlara karşı büyük bir kıskançlık kabarır içimde.

Kahramanım benim!
Geçen gün Bilim Tarihi Araştırmaları dergisinde, uzaya çıkan ilk insan olan Yuri Gagarin’in de yazarlarından biri olduğu bir kitabın özetini okudum.
Yuri Gagarin, benim çocukluk kahramanlarımın en önde gideniydi.
Tarihte ilk kez 12 Nisan 1961 tarihinde bir araç Dünya’nın yerçekiminden kurtuldu ve o aracın kozmonotu Yuri Gagarin yeryüzünden 302 kilometre yüksekte, saatte 18 bin mil hızla 108 dakika boyunca dünyanın çevresinde dolaştı..
Gagarin’in kitabında ilginç bir bölüm var: “Duyumsal yoksunluk”
Bir başka kozmonot Valentina Tereshkova, uzaya çıktığında kendisini “canlı” tutan şeyin, uzay aracı ile yer istasyonu arasındaki radyo bağlantısından gelen sesler olduğunu anlatıyor.

Duyumsal yoksunluk
Olağan koşullarda “duyumsal yoksunluk” bir insan için mümkün olamayan bir şey.. Gözlerimizle her an yüzlerce “şey” görüyor, birçok ses işitiyor, dokunuyor, değişik tatlar ve kokular alıyoruz. İstesek de, istemesek de bunlar oluyor..
Köpekler üzerine deneylerinden hatırlayacağınız Rus bilim adamı Ivan Pavlov, geçirdiği bir kaza sonucu bir gözü ve bir kulağı dışında tüm duyu organlarını kaybetmiş bir hastayı gözlemlemiş ve hastanın bu duyu organlarını kapar kapamaz uyku haline geçtiğini tespit etmiş.
Bu, uzay psikolojisinde de kullanılan bir kavram. Beyne çevreden herhangi bir uyarının gelmemesi durumunu anlatıyor ki, bu uzay yolculuklarında çok mümkün olabilecek bir durum.. Zifiri karanlık bir ortamda yıldızlar, hiç batmayan kırmızı bir güneş, atmosferi geçip makineler de durunca mutlak bir sessizlik..

Mutlak sessizlik
Böyle bir durumda astronotun uykuya dalmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyor bilim adamları. Ve bunu önlemek için yer istasyonuyla kesilmeyen bir bağlantıya, bağlantı kesildiğinde de müzik yayını gibi “uyarıcılara” ihtiyaç olduğunu okudum.
Hiçbirimiz astronot değiliz, bu yazıyı okuyanlardan birinin bir astronot olarak uzaya çıkma olasılığı ise kim bilir ne kadar küçük..

‘Aşk iyidir bak..’
Bu yüzden şanslı sayılabiliriz diye düşünürken Edip Cansever’in bir dizesini hatırladım:
“Aşk iyidir bak / Duyumunu artırır insanın…”
Gördüğünüz gibi yıldızları sayarak yola çıktık, yine nereye geldik..
İş hayatında zaman zaman karşılaştığım; çelik, tel kablo ve camdan yapılmış robotlara benzettiğim bazı insanların, “duyumsuz” olmalarının nedeni acaba aşk gibi bir uyarıcıyla hiç karşılaşmamış olmaları mı diye düşünmeden edemedim..