Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bir yolculuk ne zaman biter?

 Her tatil dönüşünde hayal kırıklığına uğruyorum ama yine de bu duruma tamamen alışabilmiş sayılmam.

Bunda çocukluğumun Antalya’da geçmiş olmasının da payı olmalı. Antalya o kadar hızlı gelişen bir kentti ki yatılı okuldan her tatile gelişimde şehirde bir şey değişmiş olurdu: Bir eski bina yıkılmış, bir portakal bahçesi sökülmüş, bir yol asfaltlanmış, bir inşaat tamamlanmış vb…
Oysa cennet vatanımızda bir şeyler artık bu kadar kolay değişmiyor. Hatta hiç değişmiyor.
Ne kadar uzaklaşırsanız uzaklaşın, geri döndüğünüzde her şeyi bıraktığınız yerde buluyorsunuz.
Bir tür Brezilya dizisi gibi…
Arada kaç bölüm izlememiş olursanız olun yeniden ekranın karşısına geçtiğinizde aslında hiçbir şey kaçırmadığınızı görüyorsunuz.
Aynı bitmek bilmez hikaye, aynı iç bayıltıcı kahramanlar, aynı ayak oyunları, aynı ihmalkarlıklar…

Hayali bile güzel ama…
Çok şey istediğimin ve beklediğimin elbette farkındayım.
Biz faniler için bile 10 gün çok kısa bir süre…
Yüzyıllardır kendi başına ayakta kalmayı başarabilmiş bir ülkenin tarihinde 10 günün ne önemi olabilir?
Bu on günde nasıl bir toplumsal yırtılma gerçekleşebilir ki, ülkede de bir şeyler değişmiş olsun…
Gazeteciliğin verdiği bir alışkanlık mı bilmiyorum. Gittiğim kentlerde kitapçılara uğramadan yapamıyorum.
Bu kez de öyle oldu. Georgetown’daki Barnes & Noble’da, elimde bir kağıt bardak dolusu kahve ile geçirdiğim bir yarım günün ardından sokakta yürürken sanki başka bir gezegende olduğumu düşünüyordum.
Bir dönem çok sık gittiğim Frankfurt, Londra ve Bologna’daki kitap fuarlarında da böyle bir duygu kaplardı içimi…
İlk bir iki saat insan kitapların çeşitliliği ve gözalıcılığı karşısında şaşkınlığa uğruyor.
Önce bir hayıflanmaya kapılıyor insan, neden benim ülkemde de kitaplar bu kadar ilgi görmüyor diye…
Sonra garip bir duygu sizi adeta zamandan ve geldiğiniz ülkeden koparıyor… Zannediyorsunuz ki o kitapların tümünü getirip burada da yayımlayabilirsiniz ve insanlar aynı ilgiyi gösterirler…
Bu yanılsama dönüş uçağına binene kadar sürüyor.
Dönüşte bindiğiniz uçakta kimin Türk, kimin yabancı olduğunu anlamanız için sadece 15 dakika yetiyor.
Eğer etrafta kitap, dergi vs. okuyan birileri varsa bu bilin ki yabancıdır. Türkler gözlerini ileriye doğru dikip öylece oturur ve içki servisinin başlamasını beklerler. Bedava dağıtılan gazetelere bile şöyle bir göz atar, kenara bırakıverirler…
İşte o anda kendinize gelirsiniz, ayağınız yere basar..

Keyifli geziye bildik son
Aslı Erdoğan, “Bir yolculuk ne zaman biter” isimli kitabında bir yolculuğun da tıpkı bir roman gibi hep tamamlanmamış kalacağından söz ediyor. Başkalarınınkini bilmiyorum ama benim yolculuğum dönüş uçağında bu tabloyu gördüğüm anda bitiyor.
Hafiften bir depresyon ruhumu esir alıyor. Fransızca bir eski şarkı mırıldanıyorum; radyolarda çok çalıyor, eminim sizler de biliyorsunuzdur bu şarkıyı:
Je ne veux pas travailler
Je ne veux pas dejeuner
Je veux seulement oublier
et puis je fumes..
Bilmece çözdürmemek için Türkçesini de yazayım: Çalışmak istemiyorum / Yemek yemek istemiyorum / Sadece unutmak ve sigara içmek istiyorum..
Ama ne unutabiliyorum ne de sigara içebiliyorum…