MİLLİYET

Daracık daracık sokaklar… Mimari yüreğimi yaralar!

 Eskişehir sokaklarında dolaşırken bir an için zaman ve mekân duygumu kaybettiğimi düşündüm. Burası neresiydi? Eskişehir’de olduğumu biliyordum, ama bu dolaştığım kentin gerçekten Eskişehir olduğuna işaret eden neredeyse hiçbir şey yoktu. Haksızlık etmeyeyim, Porsuk’un çamurlu suları hariç!

Dar kaldırımlı uzun caddeler, caddelerin kenarına sıralanmış ve birbirinin üstüne yapışmış dizi dizi binalar… Sefertası gibi… Hepsi birbirine benziyor, hepsi alelacele yapılmış gibi… Burası Kütahya da olabilir, Afyon da, Bilecik de, Ankara da… Türkiye’nin herhangi bir bölgesindeki herhangi bir kent…

Geçmişi, geleceği yok…
“Türk mimarisinin zaferi” diye yorumlanabilir, ilk bakışta… Öyle güçlü bir mimari akım geliştirmişiz ki, civarında kendisinden başka hiçbir mimari eğilimin yeşermesine, eski mimari üslubun canlı kalmasına bile izin vermemiş!
Geçmişinden tamamen kopmuş, geleceğe yönelik de ipuçları vermeyen bir mimari bütünlük yaratmışız…
“Bu iyi bir şey mi?” diye soruyorum kendime… Yanıtını Kafka’dan alarak: “İyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir…”
Eskişehir sokaklarının bana verdiği rahatsızlık, tek tipleşmenin baskın görüntüsünden kaynaklanıyor.

Üst üste tuğlalar
Hasan Bülent Kahraman, “Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri” isimli kitabında “Sanatı tarihi boyunca modernist soyutlama olarak ele almamış bir toplumun, kendisini mimarlıkla nasıl ilişkilendirebileceğini” soruyor. Sorunun yanıtı dolaştığımız herhangi bir kentimizin, herhangi bir sokağında üst üste konmuş ve sıvanmış tuğlalar olarak karşımıza çıkıyor: Hayır, böyle bir ilişkilendirme mümkün olamıyor!
Zaten çok bilmediğim bir konuda ahkâm kesmek istemiyorum. Demek istediğim şu ki kentlerimiz hiçbir özelliği olmayan, bir kimlik ortaya koymayan (ya da pek de matah olmayan bir kimlik ortaya koyan diyelim) düz – beton duvarlardan ibaret!
Eskişehir’de geçirdiğim bir gündüz ve bir gece boyunca kendimi gerçekten “iyi” hissettiğim tek yer Odunpazarı semtinde restore edilmiş eski Eskişehir evlerinde geçirdiğim sayılı saatlerdi. Anadolu Üniversitesi’nin aslına sadık kalarak restore edip misafirhaneye dönüştürdüğü evlerden söz ediyorum. Bir zamanlar bu kentte yaşayan insanların yarattıkları, hepsinin kendine özgü bir kişiliği olan evler… Ama şimdi çoğu “kat karşılığı” beton canavarlara yerlerini terk etmiş “yuva”lar…

Orada ‘hoca’ olmak vardı!
Böyle güzel bir ortamda “sayılı saatler” geçirmiş olmamın ise iki sorumlusu var: Prof. Dr. Ali Atıf Bir ve Prof. Dr. Haluk Gürgen…
Önce şunu söylemeliyim: Türkiye’de bilim adamlarının yeterli saygı görmediklerini düşünenlerdenseniz, Eskişehir bu düşüncenizin sarsılmasına yol açıyor. Bende öyle oldu en azından… Şunu gördüm ki Eskişehir’de üniversite hocası olmak iyi bir şey.

Haydi eller havaya!
Haluk Hoca’nın rehberliğinde çıktığımız “gece turu”nun Eskişehir’in kentsel dokusu hakkındaki yargılarımın bir bölümünü değiştirdiğini de belirteyim. Gerçi bu tur Ali Atıf Bir’in bendeki imajını yıpratıcı bir sonuç da doğurdu: Ali Hoca, Krem Baileys içiyor!
Eskişehir’de eskiden fabrikaların bulunduğu bir cadde şimdi dünyanın başka yerlerinde benzerlerine pek rastlanamayacak bir eğlence sitesine dönüşmüş. Tarihi kereste fabrikası şimdi Doors adında bir eğlence dünyası olmuş. Dünya dediysem lafın gelişi değil, altı bin metrekarelik bir alanda, lokantalar ve beş – altı bin kişinin içine ferah ferah sığabileceği bir büyük gece kulübü… Hemen yanında yine bir tarihi binada faaliyet gösteren “Hayal Kahvesi”ni de unutmayalım.
İçerdeki eğlenceye ise diyecek yok: “Eller havaya” konseptinde! Şunu gözünüzün önüne getirin: Adı “Sürünüyorum” olan bir şarkıyla dans eden binlerce erkek ve kadın… Bu konuyla ilgili söyleyeceklerim yarına kalıyor, yerim bitti çünkü…