MİLLİYET

Elveda aşk, elveda mutluluk, merhaba yanlızlık

 Kendime bir ölüm sahnesi tasarlama olanağım olsaydı Bob Fosse’un müthiş müzikali “All That Jazz”ın sonunu seçerdim.

Kimbilir belki Fosse da, kendisine böyle bir sahne tasarladığı için filmi öyle çekmişti. Birçok eleştirmen, Fosse’un yaşam dönemeçleriyle, filmin kahramanı “müzikal yapımcısı Gideon”un yaşamı arasında benzerlikler bulunduğunu yazmıştı, vaktiyle…
Yaşama tümüyle bir müzikal, bir tiyatro oyunuymuşçasına yaklaşan filmin kahramanı Gideon’u, Roy Scheider canlandırıyordu…
Gideon, bütün yaşamını kendisini mahvetmeye adamıştı. Paketlerce sigara, şişelerce içki, sabahlara kadar çalışabilmek için kutularca uyarıcı ilaç ve o kadından bu kadına koşan ama asla derinleşemeden öbür ilişkiye atlayıveren bir yaşam…
Filmin sonunda Gideon’un yaşamda karşılaştığı herkes bir amfitiyatroda toplanmıştı… Dansçı kızlar, fahişeler, sevgilileri, karısı, kızı, yapımcılar, yönetmenler, set işçileri, ışıkçılar, senaristler, yakın – uzak akrabalar…

Veda sahnesi…
Önce Gideon sahnede bir beyaz yatağın üzerinde yatıyordu. Sonra “ölüm meleği Anjelik” çıkıyordu ortaya… Gelinlik diye niteleyebileceğimiz bir beyaz giysi içindeki “ölüm meleği Anjelik” Jessica Lange’dan başkası değildi… Ölüm meleğinin böylesine kaç erkek “hayır” diyebilir ki zaten?
Fonda hemen hatırlayacağınız şu şarkı çalıyordu, ikisi dans ederken… “Bye bye love, bye bye happiness, hello loneliness, I think I’m gonna die..”
“Elveda aşk, elveda mutluluk, merhaba yalnızlık, galiba ölüyorum…”
Şarkı ve dans biterken seyircilerin ayağa kalkıp gösteriyi çılgınca alkışladıklarını görüyorduk sonra… Ve seyircilerin arasından koşarak geçen, kimisiyle el sıkışıp, kimisiyle sarılıp öpüşerek vedalaşan Gideon… Sonra Anjelik’in kollarına giriyor ve uçaklara binerken geçtiğimiz körüklere benzer bir tünelden öbür tarafa geçip gidiyordu…
Geride ağlayan kadınlar, perişan bir minik kız ve sevincini belli etmemeye çalışan rakipler bırakarak…

Bu son oldu
Roy Scheider’in bence meslek yaşamının en üstün performansını sergilediği bu filmi en son seyredişimde yanımda Ömer de vardı… En iyi arkadaşım, eniştem Ömer…
O filmi seyrettiğimiz ve sonundaki şarkıyı tekrar dinlemek için laser diski bir daha döndürdüğümüz gün, Ömer artık çok az bir ömrü kaldığını biliyordu. Birkaç hafta sonra şarkıyı onun için bir daha dinlediğimde Ömer, tünelden geçip gitmişti… Ve o son oldu, bir daha ne filmi seyrettim, ne şarkıyı dinledim…

İyi ki yaşadın Ömer!
Bunun bir pazar günü için hiç de iyi bir konu olmadığının farkındayım…
Ömer’in doğum günü geldi, çattı yine… Artık hiç yaşlanmayacak hep ellisinde kalacak Ömer’in doğum günü…
Her doğum günümüzde birbirimizle şakalaşırdık. Yaşlanmak, ölüme yaklaşmak üzerine bir sürü abuk sabuk söz…
Yıllar önce yine yaşam ve ölüm üzerine bir yazı yazmış ve sonunu şöyle bitirmiştim: “Hayatınız bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçerken gördüğünüz şeyler hatırlanmaya değer şeyler olsun…”
O sabah Yasemin ile birlikte Migros raflarını yağmalarken cep telefonumdan Ömer aramıştı. “Hatırlanmaya değer bir şey yapıyor musun?” diye..
O anda yapmakta olduğum şeyin hatırlanmaya değer olmadığını düşünmüştüm. Aradan geçen beş yıldan sonra şimdi bu yazıyı yazarken çok yanlış düşünmüş olduğumu daha iyi anlıyorum.
Hayatımızın her anı gerçekten yaşanmaya da anılmaya da değermiş…