Tıpkı şarkıdaki gibi oldu… “Nereden aklıma esti kim bilir, gezdim dün gece şehri şöyle bir…”
Gecenin ıssızlığında İstanbul, insana çok kolay yaşanacak bir şehirmiş gibi geliyor…
Bomboş yollarda mesafeler kısalıyor… Çemenzar’da iki tarafında erguvan ağaçlarının sıralandığı minik sokağın mis kokulu havasını içinize çektikten 20 dakika sonra, Sarıyer’de, Liseliler Bahçesi’nde Karadeniz’den gelen nemli esintiyi yüzünüzde hissedebiliyorsunuz.
Koyu bir karanlığın içinde zayıf pruva ışıklarıyla fark edebildiğiniz gemiler insanın hayale dalmasını da kolaylaştırıyor…
Onları her görüşümde nedense aynı şeyi tekrarlıyorum: Sancak sağ, iskele sol… Bu nereden takılmış aklıma, hatırlamıyorum bile… Büyük bir ihtimalle çocukluğumun en büyük ve hatta tek eğlence kaynağı olan “Resimli Bilgi Ansiklopedisi”nden öğrendiğim bir şey olmalı… Gece karanlığında gemilerin birbirleriyle çarpışmadan nasıl karşılıklı geçip gittiklerini anlatan bir resimaltı yazısından…
Kaptanın ‘orta şekerlisi’
İskele alabanda, lomboz, vira, seren gibi bir sürü büyülü kelimeyi öğrendiğim fasikül… Ne korsan olabildim ne de engin denizlerden korkmayan bir kaşif… Hayallerimden bana kalan sadece bir tekerleme… Sancak sağ, iskele sol…
Aklıma eski Boğaz kaptanlarının öyküleri geliyor… Bebek iskelesinden ayrılırken vapurun düdüğünü öttüren kaptanın…
Düdük sesi duyulunca Arnavutköy’deki yalılardan birinde ocağa sürülen kahve cezvesi… Kaptan o kadar ustaymış ki Arnavutköy’de yalıyı yalarcasına geçip giderken Kaptan Köşkü’nden uzanıp, yalının penceresinden uzatılan tepsinin içindeki kahvesini ve suyunu alıp düdük çalarak Ortaköy’e doğru uzaklaşırmış…
Bir de Arnavutköy kahvelerinden birine gitmek istiyorum… Gecenin güzelliği de bunda zaten… Sarıyer’den Arnavutköy’e gelmem 45 dakikamı alıyor ama yarım saat Aşiyan’da verdiğim mola da buna dahil…
Seviyorum bu şehri…
Aşiyan’daki kara köpekler kuyruklarını sallayarak karşılıyorlar beni… Uzun zamandır görüşmüyoruz onlarla… Hepsinin bebekliklerini biliyorum diyeceğim ama köpek yavrusuna da bebek denmez ki… “Enik” mi demeliydim yoksa?
Aralıklarla çakıp sönen fenerin altında oturuyorum. Kara köpekler yanıma kıvrılıyorlar. “Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diyorum en yakınımdakine.. Öyle boşboş bakmaya devam ediyor. “Eskiden bana kağıt helva veren bu adam neler geveliyor?” diye düşündüğünden eminim.
İstanbul’un tepelerini dolaşıyorum, iki kıyı arasında mekik dokuyarak…
Yedi tepeli şehrimin yedi tepesini birden bir gecede bulabilene aşkolsun…
Sabaha karşı Ortaköy’de oturup sayıyorum, kaç tepe etti diye… Yediyi bu gece de bulamamışım diye hayıflanıyorum… Karşıda, Kuzguncuk’ta tek tük ışık yanıyor o saatte. Dalıp gidiyorum…
Barlardan şarkılar taşıyor sabahın o saatinde bile sokaklara..
“A benim avanak, arızalı, arsız gönlüm… Feleğin çemberine takılıp düştün mü?”
Bu şehri seviyorum… Bu şehri sevmeme neden olan her şeyi seviyorum…