MİLLİYET

Gün eksilmesin penceremden..

 Dün sabah, Georgetown’ın vahşi bir ormanı aratmayacak sokaklarında, kafama ağaçlardan her an bir sincap düşecek korkusuyla yürürken hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim..

Tam bir boşluk..
Ne iş, ne sağlık, ne yemek, ne kadınlar, ne çocuklar..
İnsan kendisini böyle “yakalayınca” neden olduğunu çok da iyi bilemediği bir suçluluk hissediyor.
Oysa, kendimi bildim bileli bunun tersinin doğru olduğunu düşünürdüm hep..
Yani, bir insanın etrafına “bomboş” bakamayacağını.. Mutlaka kafasının içinde meşgul olduğu, hesaplaştığı bir şeyler olduğunu..
Bunun nedeni, sabahın o saatinde henüz sokaklarda sincaplar, kuşlar ve benden başka hareket eden bir canlı olmaması mıydı?
Sayabildiğim kadarıyla beş altı değişik tür kuş olmalıydı, ağaçların yaprakları arasında gizlenmiş..
Güneşin doğuşunu, karanlığın geri çekilmesini kutlayan şarkılar söylüyorlardı sanki..

Genlerimizden mi?
Onlardan çok farklı değilim..
Sabahın olması beni mutlu eder..
Birçok kişi uyandıktan saatler sonra bile mahmurluğunu üzerinden atamazken, ben gözümü açtığım anda yataktan fırlayabilirim..
Dilimde de mutlaka bir şarkı olur..
O şarkı sabahın o saatinde nereden aklıma gelir, hiç bilemem..
Sanki beynimin içinde programlanmış bir “iPod” var ve uyanınca açılıp kaldığı yerden çalmaya devam ediyor gibi..
Sabahları neden daha çok sevdiğimi düşünme fırsatı buldum, kendimi az önce anlattığım gibi “suçüstü” yakalayınca..
Acaba, bunun nedeni tarihöncesi atalarımızdan kalma karanlık korkusunun genlerimize işlenmiş olması mı?

Dünyanın sabahları..
Her türlü yırtıcının saldırısına açık bir şekilde, etrafta neler olup bittiğini görmesine izin vermeyen bir karanlığa gömülmüş durumda, sadece vahşi hayvanların seslerini dinleyerek bir ağaç kovuğunda ya da kaya oyuğunda sabahı bekleyen ilk insan atalarımızdan bize kalan bir miras mı bu? Bilmiyorum, belki öyledir, belki de değil..
Bildiğim tek şey sabahları sevdiğimdir..
Güneşin ilk ışıklarının dünya yüzüne ulaştığı anlardan söz ediyorum..
Mesela o saatte İstanbul Boğazı dünyanın en güzel yeridir..
Anadolu kıyısındaki yalıların uzun gölgeleri düşer Boğaz’ın lacivert sularının üzerine.. Rumeli yakasının korulukları ise pırıl pırıl güneş altında olurlar o anda..
Ya da Issık Kul’daki ıssız bir kumsalda da olabilirsiniz.. Gökyüzünün insana bu kadar yakın olmasına şaşırarak!
Rio’da, karnaval yorgunu sokakların kiri pası içinde Guanabara Körfezi’nin ufuklarından gösterir kendini.. Kalküta’da, içinde her türlü şeyin yüzdüğü Ganj’ın çamurlu sularına değer o ilk ışıklar..
Bir sabah ayininde arınmak için o sulara giren Hindular gibidir..
Zarif bir kadın profili hatırlıyorum o Kalküta sabahından.. Ganj’dan az önce çıkmış, morlu sarılı ıslak sarisi üzerine yapışmış, simsiyah saçlarını çözüp güneşe vermiş bir genç kadın…

Bu kuş, bu bahçe, bu nur..
Sabahın o saatinin değerini en çok bilenlerse kuşlardır..
Dünyanın her yerindeki irili ufaklı, güzel ötüşlü karga sesli kuşlar…
Muazzam bir sevinç içinde bağrışıp dururlar, güneş ilk ışıklarını gösterdiği andan itibaren..
O saatlerin efendisi onlardır..
Sonra insanlar uyanır, motorlar çalışır, gürültü başlar.. Nedenini aslında kimsenin bilemediği bir koşturmacanın ardından.
Bir an durup güneşin ve kuşların farkına varmak bile mümkün olamaz çoğu zaman..